13 Aralık 2017 Çarşamba

SUHA ARIN SİNEMASININ TOPLUMSAL BELLEĞE KATKISI

  Ramazan Sercan Somuncu[1]
 
Giriş
İkinci kuşak Türk belgeselciliğinin en önemli ismi olan Suha Arın, birinci kuşaktan devraldığı kültür tarihini anlatma görevini kendine has üslubuyla zirveye taşımıştır. Hem kendinden önceki kuşağın mirasını yukarıya taşımış hem de kendinden sonrakiler için aşılması çok zor bir seviyeye getirmiştir. Zorluklarla geçen yaşamı boyunca 50’den fazla işe imza atan Arın, belgesel sinemaya şiiri ve edebiyatı sokan yönüyle de çok farklı bir yerde durmaktadır. İşindeki ciddiyeti, hem ön hazırlık hem de çekim aşamasında gösterdiği titiz tutumla uzun bir süre isminin anılmasına neden olmuş, herkes için belgesel sinema denildiğinde ismi anılmadan geçilmeyen bir durak olmuştur.  Eğitici filmlerle başladığı sinema kariyeri, ABD’de gördüğü eğitim ve sonrasında akademisyen olarak üretim içerisinde olmasıyla örnek bir kişilik ortaya çıkarmıştır. Çalışmamızda Suha Arın’ın Safranbolu’da Zaman filmi üzerinden belgesel sinema ve toplumsal bellek ilişkisi tartışılacak, Suha Arın’ı ekol olmaya götüren sebepler irdelenecektir.



MEB Öğrenci Filmler Merkezi
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi olduğu yıllarda, ODTÜ’de okuyan ağabeyi Süreyya Arın ile birlikte radyolara metin ve senaryolar yazan Suha Arın, MEB’nin teklifiyle ilk ve orta dereceli okullardaki öğrencilere, temel trafik kurallarını öğretmeyi amaçlayan bir eğitim filmi yazar. Çok beğenilen bu metinin çekimini de Suha Arın’a teklif ederler. Süreyya Arın’ın bu konuda isteksiz olması, Suha Arın’ın da çekim konusunda bilgisiz olması sebebiyle yapılan teklifi kabul etmezler. Gelen yoğun ısrar sonucu Suha Arın teklifi kabul eder.  Suha Arın’ın sektöre ilk adımı bu filmle olur ve film çok beğenilir.  Suha Arın bu dönemle ilgili şunları söyler:

“ Bu, benim ilk yönettiğim filmdi ve sene 1964’tü. Sonra, çok hoşuma gitti bu iş benim. Yani, gidiyoruz Kızılay Meydanı’na, kuruyoruz kameraları… Ohh millet çoluk çocuk toplanıyor etrafımıza. Yüzlerce, binlerce insan… Allah Allah! Bu ne kadar cazibeli bir şey diyorum ben. Ne kadar cezbediyor isnanları! Herkes Yeşilçam’a film çektiğimizi zannediyor. Bu yönü de cazip gelmişti. Yani popüler oluşu…” (Avcı Çölgeçen, 2006).

Daha sonra Başkent Ankara filmiyle Ankara’nın tarihini inceleyen 30 dakikalık bir filmi de aynı yıl Suha Arın üstlenir. Bu yapımlardan sonra MEB Öğrenci Filmler Merkezi’nde çalışmaya başlar. Amerika’nın Sesi radyosu için çalışmaya başlayan Süreyya Arın kardeşi Suha Arın’ı ABD’ye yanına çağırır. Burada televizyon ve sinema sektörünü okulundan öğrenerek, yeni kurulacak TRT için hazırlıklı olmasını ister. Bu çağrıya kulak veren Arın, 1965 yılında ABD’ye gider. Burada aldığı eğitimin yanında hem üniversite bünyesinde sektörü öğrenir hem de yeni bilgiler öğrenir. Bu onun “eğitim içinde üretim” kavramını geliştirmesine faydalı olur. ABD’de çektiği tek film Pride isimli zenci bir grubun belgeselidir.

ABD’de gösterdiği başarılar onun çok sayıda iş teklifi almasını sağlar. Ancak ülkesine dönmek gibi bir düşüncesi vardır. NBC kanalının yaptığı cazip teklifi reddeder.

“… Ben burslu okumadım. Kendi paramla okudum. Aslında vicdanen rahat olmam gerekir. Devlete karşı borcum yoktu, ama ilkokul, ortaokul ve lise eğitimini bana bu devlet, bu toplum sağlamıştı. Onun için bu topluma bir borcum vardı. Ayrıca eğitimimi bu toplum sağlamamış olsa bile, kültürel kimliğimi bu toplumda kazanmış bir kişi olarak, kendi insanıma karşı sorumluluk duyuyordum. Bu toplumun bireylerine bilgimi, birikimimi, deneyimimi aktarmak gerektiğine inanıyordum.”  (Avcı Çölgeçen, 2006: 68)




Anadolu Uygarlıklarından İzler
1973 yılında yurda dönen Suha Arın, bildiklerini gençlere aktarabilmek için Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okuluna başvurur. Kabul edilir. Güvenlik soruşturmasının uzaması üzerine başka işlere başvurur. TRT’de bunlardan biridir. TRT olumsuz cevap verir. Suha Arın sadece bildiklerini aktarmak istediğini, dolayısıyla kadro derecesinin önemli olmadığını söylese de, yetkilileri ikna edemez. Bu sırada yakın akrabası olan Çelik Gülersoy’la görüşür. TURİNG’in başında olan Gülersoy, kendisine belgesel film için iş teklifinde bulunur. Suha Arın, Hattiler’den Hititler’e belgeseli için kolları sıvar.
Anadolu uygarlıklarından izler başlığını taşıyacak çalışmanın ilk ayağını Hitit uygarlığı oluşturacaktır.  Suha Arın 1974 ilkbaharına kadar araştırmalarını sürdürür. Yazılı ve sözel kaynakları tarar. Belgeselinin ana omurgasını oluşturur.  Kameraman ve kamera bulması gerekmektedir.
“…genç, yapılı, uzun yıllar Almanya’da kameramanlık yapmış Tankut Arıkça’yla tanıştırdı beni. Almanya’dan Türkiye’ye yeni dönmüştü. Orada uzun yıllar işçi olarak çalışmış, kameramanlık da yapmış. Kameraya çok meraklıydı. Bir arie 35 getirmişti beraberinde. Full aksesuar şeklinde. Bütün mercekleri, filtreleri vardı. Bir iki konuşmadan sonra, bu işi çok iyi bildiği sonucuna vardım. Kendisiyle anlaştık. 1974 yılının ilkbaharında “Hattilerden Hititlere” adlı filme başladık. Zannediyorum aylardan mayıs’tı. Dört kişilik bir ekiptik. Kız kardeşim Sema’yı da yanıma aldım. O çekimlerin devamlılığını tutuyordu. Babamın evlatlık olarak aldığı Ayşe’yi ve kocası Murat Karadirek’i de yanıma aldım. Dört kişilik bir ekiptik. Çok zor koşullarda çekimi gerçekleştirebiliyorduk. ” (Avcı Çölgeçen, 2006: 83)
 
Bilimsellik kaygısı Suha Arın’ın çalışmalarında ön plana çıkmaktadır. Suha Arın, sanatı ve bilimi belgeselde dengelemek gerektiğini söylemektedir. Hattilerden Hititler belgeseli hem görüntü açısından hem de aktardığı yeni görüşler dolayısıyla önemlidir. Hitit isminin Tevrat’ta bu kavme “hit oğulları” denildiği için verildiğini ancak yazılı kaynakların çözüldükten sonra isimlerinin Hattiler olduğu anlaşılmaktadır. Yanlış olduğu bilinmesine rağmen Hititler ismi kullanıldığı için Suha Arın belgeselinin ismini “Hattilerden Hititler”e koyar ve bu bilgiyi belgeselinde verir.  30 dakikalık film tamamlandıktan sonra yapılan bir galayla gösterime girer. Çok beğeni toplayan filmden sonra Suha Arın’a bu dizinin devam filmlerini çekmesi teklif edilir.

Anadolu Uygarlıklarından izler dizisine ait belgesellerde insan unsuru neredeyse hiç görünmez. İnsan fiziki olmaktan çok felsefi olarak yer alır. Bsb 238 hakan aytekin bu durum Suha arın sinemasının temelini oluşturmaz. Nitekim hüseyin anka, camın teri, kırkbin adım gibi belgeseller insan faktörünün ön plana aldığı belgesellerdir.

Anadolu Uygarlıklarından izler dizisi çerçevesinde 1975 yılında Midas’ın Dünyası,  1977 yılında iki belgeseli Urartu’nun İki Mevsimi ve Likya’nın Sönmeyen Ateşi’ni  çeker.

Toplumsal Bellek ve Suha Arın Sineması
Öyle bir kültürün içinde yaşıyorum ki, bu kültür mitolojiyi kendine miras   edinmiş. Bu mitleri yıkmalı ve onları insani boyuta kavuşturup indirgemeliyim diyorum. Kültür mirasımla hesaplaşmam gerekiyor. Peri masallarını, kader düşüncesini kabul etmiyorum ben. Politik gerçekliğin içine mitolojiyi yerleştiriyorum. Böylelikle tarih farklı bir boyutta beliriyor. Tarihe insani bir boyut kazandırıyorum, çünkü tarihi insan yapar, mitoslar yapmaz.” Theodoros Angelopoulos

Belgesel, gerçeği aktarma çabasının yanında görsel bir hafıza olarak da önemli bir işleve sahiptir. Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözü her ne kadar bu telafisizlik ve boşu boşunalığı karamsarlıkla bize hatırlatsa da “vahşet ve soykırım kurbanlarının ve öldükleri yerlerin imgeleri, işlenen suçlara sosyolojik, duygusal ve eğitsel perspektiflerden tanıklık edebileceği gibi hukuki süreçlerde ve uluslarrası mahkemelerde de kanıt olarak da iş görebilir. Buna ek olarak, savaş, soykırım, insanlık suçları ve benzeri travmatik olayların ardından travmanın görsel olarak temsil edilmesi, kurbanların hatırlanması ve sağ kalanlarn olayın geride kaldığını hissedebilmesi açısından önemli bir araç olabilir”(Harakal, 2009:5). Unutulan kültürler, adetler, toplumların yaşadığı katliamlar, acılar belgesel sinemanın katkısıyla hatırlatılır, yeniden üretilir ve sürekli tekrarlanır. Bu açıdan belgesel sinemacı, toplum içerisinde aktarıcı ve hatırlatıcı vazifesi görmektedir.  İnsan hafızasız yaşayamaz. Çünkü kendisini var eden şey, bizzat yaşadıkları ve yaşadıklarından çıkardığı tecrübeler, derslerdir. Toplumlarda, geçmişte yaşadıklarından ders çıkarma konusunda aynı tecrübeleri yaşarlar. Her toplum dönem içinde ileri ya da geriye gider. Kıtlık, hastalıklar, savaşlar toplumların hafızasında travmalar yaratır. Bunların unutulmaması, toplum içinde yaşayan insanların birbirleriyle dayanışmasını arttırması açısından kilit rol üstlenir. Aynı şekilde sevinçlerin, güzelliklerin de unutulmaması, sürekli hatırlatılması gerekilir ki, toplumun akıl tutulması yaşadığı dönemlerde bunlarla tekrar ayağa kalkabilmesi mümkün olsun. Toplumsal bellek ve belgesel sinema ilişkisine değinildiğinde tarihsel süreç içinde toplumların başlarından geçmiş felaket hikâyeleri doğal olarak ayrı bir önem taşır. Hele ki mağdur olanın hikâyesi egemen söylem ve resmi tarih tarafından görmezden gelinmişse travmalar da öne çıkar. Belgeselcinin görevi ötekilerin sesi olarak travmatik durumlara da kamerasını çevirmektir (Susam, 2015: 171, 172). Belgesel sinemanın en önemli vazifesi bunları hatırlatması, gündemde tutmasıdır.

Suha Arın sinemasının toplumsal bellekle olan ilişkisi tarihle doğrudan bağlantılıdır. Suha Arın yitip giden değerlerin tekrar gün yüzüne çıkması, hala var olan değerleri de koruma çabasında olan bir sinemacıdır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Safranbolu’da Zaman filmini yok olmaya yüz tutmuş şehir için bir çığlık olarak nitelendirmektedir. Çocukluk anılarından yola çıkarak, Safranbolu’nun giderek yok olduğunu gören Arın, bu gidişi filmde sıkça vurgulamaktadır. “Ve, düşen damlalar gibi akıp geçen zaman, alıp götürdü birçok şeyi Safranbolu’dan. Zaman içinde yaratılmış, zaman içinde gurur duyularak üretilmiş, zaman içinde yaşanmış birçok şeyi. Kaybolup, geçmişte anı olarak değer kazanan bu birçok şey, ardında birçok da iz bıraktı: sıcak renkli eski bir ev, bir sokak ve bir hayat…”
Film, Cezmi Tahir Berktin’in Zaman şiirinin dizeleriyle başlar.
“Yoluma gül serperdi her gün eteklerinden
Gönlümün üzerinde bir tül duvaktı zaman
Sonra neden neşemin büktü bileklerinden
Neden beni yollarda böyle bıraktı zaman.
Yalvardım feryadımı duymadı sağır gibi,
Kalbi ne kadar sertti, tunç gibi, bakır gibi,
En güzel günlerimi çiçek koparır gibi
Birer birer koparıp, göğsüne taktı zaman.
Vazgeçmiştim, hayatın baharından yazından
“dur” dedim, anlamadı bir kalbin niyazından
Karanlık bir gecede, bir çeşmenin ağzından
Düşen damlalar gibi durmadan aktı zaman.”

Safranbolu’da Zaman filmi, sadece konusu, yaklaşım biçimi ve sinematografisiyle değil, peşine düştüğü bazı kavramlarla da dikkati çeker. Suha Arın, o güne dek, pek farkında olduğumuzu söyleyemeyeceğimiz iki kavramı filmine taşır: “kültür mirası” ve “çevre korunması”. 1976 yılı gibi, oldukça erken bir tarihte, bu iki kavramı kullanarak bir tartışma zemini yaratması nedeniyle de bu film, öncü bir film sıfatını hak etmektedir. Aradan geçen zaman içinde uygulanan koruma politikalarıyla geleneksel bir kent neredeyse bütünüyle geleceğe taşınabilmiştir. (Aytekin, 2008: 251)
Suha Arın, Safranbolu’da zaman filminde amaçladığı şeyleri şöyle sıralar;
1- Kaybolup gitmekte olan geleneksel Türk mimari değerlerini belgelemek.
2- Bu filmi izleyen kişileri etkileyerek, tarihi eserlere karşı daha duyarlı davranmalarını sağlamak.
3- Yetkilileri uyarmak, hiç değilse birkaç evin kurtarılarak, müze haline getirilmesini sağlamak.
4- Sanatsal açıdan belgesel film türünde yepyeni bir anlayış ve anlatım getirmek. (Avcı Çölgeçen, 2006: 126,127)

Bu belgeselde ülke sınırlarında daha önceden denenmemiş bazı teknik hareketler de yapılır. Duvardan duvara şaryolar kurulur, evlerin arasındaki bahçe duvarlarının altına özel kuleler yapılır. Kameranın uzun kaydırma hareketleri yapabilmesi için, on sekiz metre uzunluğunda raylar kullanılır. İç mekanların aydınlatılmasında, 10.5 KW’lık ışık kaynaklarından yararlanılır.

Suha Arın, belgeselinde kullandığı üslup ve teknikle önemli bir belgesel ortaya çıkarır. Filmin galasına dönemin başbakanı Bülent Ecevit dahil birçok siyasi ve önemli insan gelir. Sonraki süreçte film TRT’de yayınlanır. Safranbolu ilinde virane evler, terk edilmiş konaklar gösterilir. Her evin mimari dokusu özenli kamera hareketleriyle vurgulanır. Suha Arın, Safranbolu’nun hikâyelerine de yaslanır belgeselinde. Her hikaye, eskiden konaklarda yaşamış insanların hayatlarıyla birleştirilir. Böylece, yıllar geçse de silinmeyecek bir miras belgesel sinemayla kazandırılmış olunur.

Sonuç
Suha Arın’ı “taş toprak belgeselcisi” diyecek kadar tarihe yaslayan sebepleri araştırdığımızda, toplumların hafızalarının çok çabuk yitirdiğini görmekteyiz. Bu doğrultuda mirası koruma ve aktarma konusunda kendisini sorumlu hisseden Suha Arın, bunu belgesel sinemayla çok etkili bir şekilde vermiştir. Kendisinden sonra Hakan Aytekin, Hasan Özgen, Enis Rıza gibi yönetmenlerin belgesel sinemada onun tarzını devam ettirdikleri görülmektedir. Kültür işçisi terimini sonuna kadar hak eden Suha Arın,  çektiği çok sayıda filmle kendi anlatım tarzını çok yüksek bir seviyeye yükseltmiş, aşılması güç bir dili yakalamıştır.
Mimar Sinan ve Topkapı Sarayı hakkında çektiği belgeseller hala bu alanda aşılamamış belgesellerindendir. Nihayetinde, Türkiye’de belgesel sinema denilince adı anılmadan geçilmeyecek, en büyük yönetmenlerden biridir Suha Arın.

Kaynakça
AVCI ÇÖLGEÇEN, B.(2006). Yaşamı ve Belgeselleriyle Suha Arın. Konya: Tablet Yayınları.
Aytekin, H. (2008). Suha Arın Sinemasında İnsan, Mekan, Zaman. Belgesel İstanbul: Belgesel Sinemacılar Birliği.
Susam, A. (2015). Toplumsal Bellek ve Sinema. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

[1] Giresun Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema – Tv Öğrencisi

1 Haziran 2017 Perşembe

SOĞUK OTLARIN ALTINDA / ÜLKÜ TAMER

Atlarında taşındıkça yorgunlar...
Öyle görüyorum; anlıyorum ki günlerce o yerleri hiç bırakmamışlar;
yemeklerini bile galiba o atların sırtlarında yemişler.
Ey benim yalnızlığım! Soğuk otların altından bakacağız onlara, değil mi?
Onları ağaçların bittiği yerde görüyorum. Yorgunlar. Anlıyorum ki
ormanın çevresinde dört dönmüşler. Benim çıkmamı bekliyorlar. Beni
götürecekler.
Ey benim yalnızlığım! Bu kadar eğilmeselerdi üstüne senin. Bu
kadar anlatmasalardı seni. N'olurdu, yalnız ben yazsaydım bu
yapraklara seni. Seni yalnız ben bilseydim. Beraber ölseydik
seninle.
Ne aptal adamlar! Oysa ki nasıl olsa bırakacağım buraları bir gün.
Gidip evlerinde otursalar ya, okula bile başlamamış ölü çocukların
gezindiği büyük sobalarda. Nasıl olsa, oysa ki nasıl olsa
bir gün kapılarını çalacağım. "Ben ormandan geldim."
diyeceğim. "Beni yanınıza alın," diyeceğim.
Soğuk otların altında büyür çocuklar. Oraya da gitmesek, ey benim
yalnızlığım! Evet, soğuk otların altında kuş mezarları vardır belki.
Ben yalnız seni istedim belki.
Ben yalnız bütün ormanı belki.
Ben yalnız ışıklarını şehrin.
neden, anlayamıyorum bir türlü, neden bu ormanı istedim ve neden,
anlamıyorum bir türlü, neden beni istiyor bu kaçtığım atlılar?
Gizliden gizliye onları istediğim için mi?
Atlarında taşındıkça yorgunlar.
Ne güzel! Onları yoruyorum. Bu sürüp gidecek anlaşılan; hemencecik
ölüversek. Bekleseler. Dönseler. Hep bekleseler. Ölüversek.
Soğuk otların altı...

25 Haziran 2014 Çarşamba

Otlakçı

Memduh Şevket Esendal, ülkemizin önemli öykü yazarlarından birisidir. Çoğu kişinin ifade ettiği üzere, normal yaşamında da "gölge adam" olmayı tercih eden Esendal, yazı hayatında da bunu sürdürmüştür. Eski İttihatçı olarak yaşadıkları onu topluma yakınlaştırmış ve halkı gözleme fırsatı sağlamıştır.

Öykülerinde kullandığı sade ve yalın dili, halkı kavrayabilmiş bir aydını karşımıza çıkarıyor. Çizdiği karakterlerle bize bu toplumun bir aynasını sunuyor. Kadının erkeği egemen altına aldığı değil, aksine ona saygı çerçevesinde boşluk bırakmasıyla, iyi aile portreleri gösteriyor.

Cumhuriyet Halk Partisi'nde yaptığı görevler, onun temiz siyasi fikirlerinin gerçekleştirilemeyeceği düşüncesiyle istifa ile sonuçlanıyor. Esendal'ın karmaşık, kompleks ve uzlaşmaz bir tavır içerisinde olmadığını hayatında gördüğümüz gibi, yazılarında da görüyoruz.

Otlakçı, Esendal'ın en iyi öykü kitabı diyebilirim. Bilgi Yayınevi'nin titiz çalışması ve düzenlemeleriyle okuyucularının karşısına çıkıyor.

Tavsiyemiz olsun..

1 Ocak 2014 Çarşamba

Ivan Illich - Tüketim Köleliği


™"Çok daha fazla sayıda bebeğin inek sütüne ulaştığı doğrudur, fakat zengin olsun, fakir olsun, tüm annelerin sütü de kuruyup gitmektedir. Bebek, biberon ihtiyacıyla ağlamaya başladığında, yani, organizma bakkaldan gelen süte kavuşmaya ve böylece de görevini ifa edemez hale gelen memeden yüz çevirmeye alıştırıldığında, tiryaki tüketici doğmuş olur."

Ivan Illich, son yüzyılımızın önemli düşünce adamlarından birisidir. Eğitim, sağlık ve enerji alanlarındaki eleştirel yazıları ve kitaplarıyla "sarsıcı" ve alışılagelmişin dışında bir üslubu olduğunu söyleyebiliriz.

Okulsuz Toplum teziyle ülkemizde de epey yankı bulan bir yazar olan Illich'in birçok kitabı dilimize çevrilmiştir.

Bunlardan birisi de, Pınar yay. neşredilen "Tüketim Köleliği" kitabıdır. Şu an baskısı bulunmayan kitap, yazarın çeşitli beş ana başlıkta topladığı makalelerinden oluşmaktadır. Ivan  Illich, eskiden insanların, eşyaları, kendilerine yeten, kendi amaçları doğrultusunda kullandıklarını belirtirken, günümüzde, o eşyaların kalabalıklaştığı ve tamamıyla bir ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Bir üretim aracı olarak kullanılmayan eşyalar, günümüzde tam da o şekilde kullanılıyor. Eskinin emek gören işleri, şimdilerde lüzumsuz ve boş işler olarak görülüyor. Illich bu yargıya saldırıyor.


«onaylanmış uzmanların kontrolü dışında bir ev inşa etmeye veya kırık-çıkık bir kemiği yerine oturtmaya kalkışmak anarşik bir girişim olarak görülür. Biz elimizdeki imkanları görme gücümüzü yitirmekte; bu imkanları kullanılabilir kılan çevresel şartlar üzerindeki kontrolü kaybetmekteyiz; dışarıdan gelen meydan okumalarla ve içerden gelen kaygılarla başa çıkan kendine güven duygusunun nasıl bir şey olduğunu da unutmaktayız.» (syf.12)

Illich'e göre artık insan davranışları kontrol altına alınmaktadır ve insan artık eskiden yaptığı gibi kendi başına hareket edememektedir. Sağlığı için geleneksel tıp metodlarını kullanamamakta, okumak için evde ya da dışarıda eğitim görememektedir. Hastalanınca sağlık kurumlarına, okumak için de devletin okullarına gitmeye mecbur bırakılmaktadır. Buna karşı olan herkesi, endüstri toplumu dışta tutmakta ve kınamaktadır.
Il
"İşte sefaletin modernizasyonunun, ileri endüstri toplumu için ifade ettiği şeyler: İnsanlar, ister bir tv hava raporu yorumcusu olsun, ister bir eğitimci, herhangi bir uzman tarafından onaylanmadıkça tanık oldukları şeyin farkına varmaktan acizdirler; bedeni rahatsızlıkları bir terapistin elinde tedavi edilmiş olmadıkça, dayanılmaz biçimde tehlikeli hale gelir; ve taşıtlar her şeyden önce yine kendilerinin yarattığı mesafeyi kapatacak bir köprü oluşturmadıkça, komşular ve dostlar yitirilip gider."

İnanılmaz bir hızla yaşam kaygısı içinde olan insanları eğitebilmek için çeşitli profesyonellikler devreye giriyor. Doktor, avukat, eğitimci ve politikacılar.. Bunlar sert modern devletin şirin yüzleri olarak halkı kandırmaya çalışan "uzman dolandırıcılar" Illich'e göre.


"Diller ve tanrılar hala farklı gibi görünse de, insanlar tamamen aynı dev makinanın vuruşlarıyla uygun adım yürüyen muazzam çoğunluğa her gün katılmaktalar. Vaktiyle, yakılan ateş, mum ve fenerlerin sağladığı düzinelerce aydınlanma tarzının yerini, kapının hemen kenarından düğmesine basılıveren ışık aldı. Son on yıl içinde, elektirik düğmesi kullananlar üç kat arttı." (syf. 21)

Illich' göre insanın standartlaştırılması her geçen gün artmaktadır ve bundan kaçış çok zordur. Bu yeni durum, insanı özünden kopardı. Herkes için aynı şeyler üretildi. Mühendisin uzmanlığıyla ihtiyaçlar uzadı ve aynı tip makinalar insanı mutlu etmek için üretildi. Ve insan, kendine ait olanı da kaybetti.

"Sen nehri kıyısında veya aynı şekilde Nijer’de yaşayan halk süt sağmasını unutur oldu; zira artık, şu beyaz madde, bakkaldan temin edilmekte."(syf.23)

30 Ağustos 2013 Cuma

Cengiz Aytmatov - Toprak Ana


Bu coğrafyanın içine işlemiş en büyük şeydir belki de "toprak."

Dünya dönmeye devam ettikçe, dilden dile bir masal gibi dolanacak, şehirlerin betonuna akın edilse de unutulmayacak, işlenmese dahi, yersiz yurtsuz dahi kalınsa da orada bir yerlerde onun varlığıyla beslenecek insanlar bulunacak.

Eskiler, bir sevgili gibi onunla yaşadığı anıları dillendirmede şimdi. Yaz aylarının güzide konaklama yerleri olarak görülen köylerde, ssk'ya tabi olmuş emekliler gençliğinde toprağa ektiklerini anlatacak, davarları burada otlattıklarını, atlarla burada eğlendiklerini söyleyecekler. Belki söylüyorlar, belki söyleyecekler. Toprağın önemi kayboluyor gibi görünse de, ufak bir kıpırtıyla insan özünü hatırlıyor..



Bizi buralara 2008 yılında kaybettiğimiz büyük bir usta getirdi. Cengiz Aytmatov..

Bizi en iyi anlatan, siyasi görüşü ne olursa olsun toprağında yaşanan kültürü küçümsemeyen, onu katışıksız bir şekilde anlatan, çarpıtmayan, gerçekleri söyleyen bir yazar olarak görüyorum Aytmatov'u ben.. Gün Olur Asra Bedel kitabıyla toplumun "mankurtlaşma" tehlikesine karşı ilelebet yaptığı uyarı, günümüzde daha net anlaşılıyor. Hiçbir şekilde baskılara karşı yılmadan, özünü unutmadan savaşmanın adıydı benim için Aytmatov.. Onu tekrar rahmetle anıyorum.



Kitaba dönecek olursak, Tolgunay isimli kadının, tüm tarihin hafızası olan "Toprak Ana" ile dertleşmesi, yaşadığı tüm dertleri tekrar anlatmaya başlamasıyla başlıyor kitap.

"Savaşlarda yeryüzünden silinen halklar oldu. Yerle bir edilen, bir toprak yığını haline gelen şehirler oldu. Bir insan izi görebilmek için kimi zaman yüzyıllarca bekledim. İnsanlar ne zaman bir savaşa başlasa 'Durun, birbirinizi öldürmeyin!' diye haykırdım. Şimdi de bağırıyorum: "Ey insanlar, dalların, denizlerin ardında yaşayan insanlar! Neden savaşıyorsunuz? Toprak mı istiyorsunuz? İşte toprak benim. Hepinizin anasıyım ben. Ve sizler benim önümde eşitsiniz. Kavgalarınızı değil, çalışmalarınızı, dostluğunuzu istiyorum ben. Toprağa bir tane atın, ben yüz başak vereyim size. Bir çubuk dikin, bir ağaç yaratayım ondan. Sürü besleyin, yeşil çayırlar olayım göz alabildiğince. Evler kurun, ben duvar olayım onlara. Üreyin, çocuk yetiştirin, hepinizin sıcak yuvası olayım."

Asya'nın tüm gamını içine çekmiş, sabırla yoğrulmuş, acılar görmüş Toprak Ana.. Ve can yoldaşı Tolgunay.

Tolgunay üç evladını ve kocasını Sovyetler'in Almanlar'la yaptığı savaşta kaybeden bir ana. Gelini Aliman ile dul kalmış, dışarıya dirayetli gözüken, içerisinde fırtınalar kopan bir ana. Yaşamın gizini yaşayarak anlayan, Allah'ın ona çıkarttığı ışıkları keşfeden bir ana. Elinden kayan tüm yıldızların aslında kendisine farklı bir yol çizdiğinin en sonunda farkına varıyor Tolgunay. Aliman'ın kocası Kasım'dan sonra, dere kenarında yaptığı hatayı bile sinesine çeken, insana dair olan her şeyi kucaklayan birisi.



Köyde yaşayan köylülerin ona karşı duydukları sonsuz saygı da belki de bundan ötürü.

Savaştan önce şehirde okuyan ve öğretmenlik idealiyle yanıp tutuşan Masalbeg haricinde, bütün evlatları ve kocasıyla köyde yaşıyor Tolgunay. Delikanlı Suvankul'la yine toprağı biçerken tanışıyor.Çoban gönlünü yakıyor. Evleniyorlar.

Sağlıklı mutlu üç evladı oluyor. Sonra Kasım evleniyor. Aliman'la. Büyük kocaman bir aile oluyorlar şimdi. Caynak deli dolu, girişken, dışarıya öyle gözükmese de Tolgunay için "insanları çok seven." bir evlat.

En çok sevdiği evladı ise Masalbeg. Ama okuyor o. Çok sık uğramıyor. Öğretmen olması için şehirde okuması gerekiyor.

Bu mutlu ailenin bozulması savaş haberiyle birlikte başlıyor. Önce Kasım, sonra Suvankul en son da Caynak katılıyor orduya. Masalbeg'de okurken yazılıyor orduya. Bir sistem olarak devletler de varolduğu sürece hiçbir zaman mutluluk getirmeyen komunizm ütopyası da var birazcık bu kitapta. Aytmatov özlem duyduğunu da yazıyor. Yeri geldiğinde eleştirdiği gibi.



Kitabın içinde yaşamın özüne dair çok cümle var. Aytmatov'un sade dilinde yürek hırpalayan bu kitaba hepinizi davet etmiş olalım. Çünkü Aytmatov, milletinin kültürel hafızasını o denli gözler önüne seriyor ki, içlerinizde bir yerlerde ona yabancı kalamıyorsunuz. Sizden biri oluveriyor hemen o.

Görüşmek üzere..

8 Kasım 2010 Pazartesi

...

"hey koca dünya nasıl avucumuzdasın
nasıl da parlıyorsun ey gözleri maden
çözdüğüm bütün bulmacalardan zorludur yüreğin
elbette kırlardan gelecekler kırlardan
kırlardan gelecekler ellerinde sümbülteber

ey güzelim sümbül ve teber ey canım
gördüğüm sanki o değildi
sanki kuşlar albümünden bir maden "

turgut uyar



http://www.dailymotion.com/video/xfgb1i_yeditepe-istanbul-bolum-17-yusuf-olcay-a-yiir-okur_shortfilms