"hey koca dünya nasıl avucumuzdasın
nasıl da parlıyorsun ey gözleri maden
çözdüğüm bütün bulmacalardan zorludur yüreğin
elbette kırlardan gelecekler kırlardan
kırlardan gelecekler ellerinde sümbülteber
ey güzelim sümbül ve teber ey canım
gördüğüm sanki o değildi
sanki kuşlar albümünden bir maden "
turgut uyar
http://www.dailymotion.com/video/xfgb1i_yeditepe-istanbul-bolum-17-yusuf-olcay-a-yiir-okur_shortfilms
8 Kasım 2010 Pazartesi
19 Mayıs 2010 Çarşamba
İki Şehrin Hikayesi / Charles Dickens

Sadece caddeler değil onlarca el,yüz,çıplak ayak ve tahta papuç da kızıla bürünmüştü.Adamların odun kesen elleri,baltalarının sapında kırmızı izler bıraktı.Çocuğunu emziren kadının alnı,başına sardığı eski tülbentteki şarapla boyandı tekrar.Büyük bir açgözlülükle fıçının tahtalarını yiyenlerin ağızlarının çevresine,yabanıl bir görüntü oturmuştu.Başında eski püskü bir şapka olan uzun boylu bir soytarı,parmağını çamurlu şaraba batırarak güne uygun bir şaka olsun diye,kargacık burgacık bir yazıyla “kan” yazmıştı.
Bir anlık neşenin,coşkunun ardından,st.antoine’a her zaman ki ağır hava çökmüştü.Soğuk,pislik,hastalık,cehalet ve yokluğun doğurduğu bir ağırlıktı bu.Korkunç bir değirmende tekrar tekrar öğütülen insan örnekleri her köşe başında titriyor,her kapıdan girip çıkıyor,her pencereden bakıyor,rüzgărın savurduğu her elbisenin altında çırpınıyordu.Onları öğüten değirmen,gençleri yaşlandıran değirmendi.Çocukların yüzleri yıpranmış,konuşmaları ciddiydi.Ve onlarda,bu yaşlanmış yüzlerin her kırışığında derin izler açan bir tek şey okunuyordu:Açlık.Her yerde bunu görmek mümkündü.Yüksek binalardan atılan açlık,çamaşır iplerinde asılı paçavralara takılmıştı.Bunlara samanla,kăğıt kumaş parçalarıyla,tahta kırıntılarıyla yamanmıştı açlık.Adamların parçaladığı her odun parçasında tekrar ortaya çıkıyordu.Bacası tütmeyen her evden,bir yiyecek kırıntısı bile olmayan kirli sokaktan bakıyordu açlık.Fırıncının raflarında bir yazıttı o,küflenmiş her küçük ekmeğe kazınmış olan.Sucuk dükkănında satılan,ölü köpek etinden yapılmış sucuklarda görülüyordu.Dönen silindirlerin içinde kavrulmuş kestaneler arasına,kurumuş kemiklerin çatırtısıydı açlık.Birkaç damla yağda gönülsüzce kızaran patates dilimlerinin içine doğranmıştı hep.
Açlığa çok uygun bir yerdi burası.Üzerlerinde lime lime olmuş paçavralar ve şapkaları olan pis insan kokularıyla dolu daracık sokaklar.Hastalıklı görünümü olan bir sürü kadın,çoluk çocuk,erkek..Bu ağır ortamda insanların kafasında iğrenç düşünceler kol geziyordu.bastırılmış ve sinsi düşüncelerdi bunlar.Ama aralarında alev alev yanan gözler de yok değildi.İstediği şeyi söyleyemediği için apak kesilmiş kapalı dudaklar vardı.Tabelalar asılı olan dükkanlar gibi yoksulluğu resmediyorlardı.Kasap ve domuzcunun tabelasında en sıska hayvan etleri tasvir edilmişti.Fırıncı,rafına en kuru ekmekleri koymuştu.Hiçbir şey yolunda değildi bu figürlerde.Yalnız bıçakçının bıçak ve baltaları keskin ve parlak,demircinin çekiçleri ağır ve silahçının malları öldürücüydü..
Emine Yalçın'a teşekkür ettik..
Bir anlık neşenin,coşkunun ardından,st.antoine’a her zaman ki ağır hava çökmüştü.Soğuk,pislik,hastalık,cehalet ve yokluğun doğurduğu bir ağırlıktı bu.Korkunç bir değirmende tekrar tekrar öğütülen insan örnekleri her köşe başında titriyor,her kapıdan girip çıkıyor,her pencereden bakıyor,rüzgărın savurduğu her elbisenin altında çırpınıyordu.Onları öğüten değirmen,gençleri yaşlandıran değirmendi.Çocukların yüzleri yıpranmış,konuşmaları ciddiydi.Ve onlarda,bu yaşlanmış yüzlerin her kırışığında derin izler açan bir tek şey okunuyordu:Açlık.Her yerde bunu görmek mümkündü.Yüksek binalardan atılan açlık,çamaşır iplerinde asılı paçavralara takılmıştı.Bunlara samanla,kăğıt kumaş parçalarıyla,tahta kırıntılarıyla yamanmıştı açlık.Adamların parçaladığı her odun parçasında tekrar ortaya çıkıyordu.Bacası tütmeyen her evden,bir yiyecek kırıntısı bile olmayan kirli sokaktan bakıyordu açlık.Fırıncının raflarında bir yazıttı o,küflenmiş her küçük ekmeğe kazınmış olan.Sucuk dükkănında satılan,ölü köpek etinden yapılmış sucuklarda görülüyordu.Dönen silindirlerin içinde kavrulmuş kestaneler arasına,kurumuş kemiklerin çatırtısıydı açlık.Birkaç damla yağda gönülsüzce kızaran patates dilimlerinin içine doğranmıştı hep.
Açlığa çok uygun bir yerdi burası.Üzerlerinde lime lime olmuş paçavralar ve şapkaları olan pis insan kokularıyla dolu daracık sokaklar.Hastalıklı görünümü olan bir sürü kadın,çoluk çocuk,erkek..Bu ağır ortamda insanların kafasında iğrenç düşünceler kol geziyordu.bastırılmış ve sinsi düşüncelerdi bunlar.Ama aralarında alev alev yanan gözler de yok değildi.İstediği şeyi söyleyemediği için apak kesilmiş kapalı dudaklar vardı.Tabelalar asılı olan dükkanlar gibi yoksulluğu resmediyorlardı.Kasap ve domuzcunun tabelasında en sıska hayvan etleri tasvir edilmişti.Fırıncı,rafına en kuru ekmekleri koymuştu.Hiçbir şey yolunda değildi bu figürlerde.Yalnız bıçakçının bıçak ve baltaları keskin ve parlak,demircinin çekiçleri ağır ve silahçının malları öldürücüydü..
Emine Yalçın'a teşekkür ettik..
5 Mayıs 2010 Çarşamba
Mehmed Akif; Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları

Mehmet Akif, biz Müslüman gençliğinin önünde, örnek alınacak yegane şairlerden biridir. O’nun hayatından çıkaracağımız dersler oldukça fazladır. İnancı, tavizsiz duruşu ve samimiyetiyle; bizim kendi hayatımıza uyarı levhaları yerleştirebilmemizi sağlayan Akif, bizlere hala seslenmeye devam ediyor. O’nu daha iyi tanıyabilmek için şiirlerindne ve hayatından bolca istifade etmemiz gerekiyor.
Beyan Yayınları da bu yolda, Mehmed Akif hakkında çok önemli bilgilerin bulunduğu, yeni baskısının olmadığı kaynak bir eseri gün yüzüne çıkardı; “Mehmet Âkif: Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları”
Eşref Edib, Mehmed Akif’in yakın dostudur. Milli Mücadele döneminde, halkın; teşkilatlanmasını, verilen direnişte ortak hareket etmesini sağlayan Sebilürreşad dergisinin sahibi ve yazı işleri müdürüdür. Kendisi, Mehmet Akif’in milli mücadele yıllarında Balıkesir ve Kastamonu’da yaptığı önemli konuşmaları da kaydeder ve Sebilürreşad’da yayımlar. Bu sebeplerden ötürü Mehmed Akif’in hayatıyla ilgili başvuracağımız en birinci kaynak Eşref Edip’in yazmış olduğu bu eserdir.
Eser, Akif’in vefatından iki yıl sonra “Mehmed Akif: Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları” adıyla neşredilir. Bir yıl sonra da aynı esere “ Mehmed Akif: hayatı, eserleri ve yetmiş muharririn yazıları üzerine zeyl” olarak bir eser daha ilave edilir. 1960 yılında da ilk neşrin üçte birlik bölümü kısmi olarak korunarak ve şiirlerle zenginleştirilerek farklı versiyonla 400 sayfa olarak tekrar yayımlanır. Bu bağlamda, Beyan Yayınları 1960 baskısında bulunan şiirler harici üç cildi de birleştirerek tek cilde düşürdü ve gün yüzüne çıkardı. Bize de Hüseyin Cahid’in “Mehmed Akif’in hayatı daha büyük bir şiirdir” sözüne müteakiben üstadın hayatını araştırmak düşüyor.
Kitabı incelediğimizde, Peyami Safa’nın eser hakkında “Edebiyat tarihi etüdlerine esas olabilecek şişkin bir vesika tomarıdır” sözünün önemini daha iyi anlıyoruz. Eser, malzeme açısından en zengin, yapılan inceleme ve araştırmalarda hala ilk kaynak olma özelliğini korumaktadır. Öyle ki; hayatında otuz yılı aşkın mesaisini Mehmed Akif’in hayatını araştırmaya hasreden M. Ertuğrul Düzdağ bu eser hakkında şunları söyler;
”Mehmet Akif; Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları adlı eser, Mehmed Akif hakkında yazılmış en mühim kitaptır. Piyasada yoktur bir daha basılmamıştır, kütüphanelerde bulunur. Eşref Edip Bey’in kendi hatıralarının yanında, birçok kişinin de hatıraları ve yazıları bulunmaktadır. Eser büyük bir himmetin eseridir. Merhum Akif Bey hakkında bildiklerimizin belki yarısını bu esere borçlu bulunmaktayız. Ancak kitap karışık bir hâlde, işlenmesi gereken ham bilgilerle doludur. Tamamı okunmadan istifade olunmaz.”
Beyan Yayınları bahsedilen hataları en aza indirgemiş, sıralamaları düzene sokmaya çalışmıştır. Her kütüphanede bulunması gereken bu eser, inşallah önemli bir açığımızı kapamıştır. Bu kitapta emeği geçenlerden Allah razı olsun…
Beyan Yayınları da bu yolda, Mehmed Akif hakkında çok önemli bilgilerin bulunduğu, yeni baskısının olmadığı kaynak bir eseri gün yüzüne çıkardı; “Mehmet Âkif: Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları”
Eşref Edib, Mehmed Akif’in yakın dostudur. Milli Mücadele döneminde, halkın; teşkilatlanmasını, verilen direnişte ortak hareket etmesini sağlayan Sebilürreşad dergisinin sahibi ve yazı işleri müdürüdür. Kendisi, Mehmet Akif’in milli mücadele yıllarında Balıkesir ve Kastamonu’da yaptığı önemli konuşmaları da kaydeder ve Sebilürreşad’da yayımlar. Bu sebeplerden ötürü Mehmed Akif’in hayatıyla ilgili başvuracağımız en birinci kaynak Eşref Edip’in yazmış olduğu bu eserdir.
Eser, Akif’in vefatından iki yıl sonra “Mehmed Akif: Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları” adıyla neşredilir. Bir yıl sonra da aynı esere “ Mehmed Akif: hayatı, eserleri ve yetmiş muharririn yazıları üzerine zeyl” olarak bir eser daha ilave edilir. 1960 yılında da ilk neşrin üçte birlik bölümü kısmi olarak korunarak ve şiirlerle zenginleştirilerek farklı versiyonla 400 sayfa olarak tekrar yayımlanır. Bu bağlamda, Beyan Yayınları 1960 baskısında bulunan şiirler harici üç cildi de birleştirerek tek cilde düşürdü ve gün yüzüne çıkardı. Bize de Hüseyin Cahid’in “Mehmed Akif’in hayatı daha büyük bir şiirdir” sözüne müteakiben üstadın hayatını araştırmak düşüyor.
Kitabı incelediğimizde, Peyami Safa’nın eser hakkında “Edebiyat tarihi etüdlerine esas olabilecek şişkin bir vesika tomarıdır” sözünün önemini daha iyi anlıyoruz. Eser, malzeme açısından en zengin, yapılan inceleme ve araştırmalarda hala ilk kaynak olma özelliğini korumaktadır. Öyle ki; hayatında otuz yılı aşkın mesaisini Mehmed Akif’in hayatını araştırmaya hasreden M. Ertuğrul Düzdağ bu eser hakkında şunları söyler;
”Mehmet Akif; Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları adlı eser, Mehmed Akif hakkında yazılmış en mühim kitaptır. Piyasada yoktur bir daha basılmamıştır, kütüphanelerde bulunur. Eşref Edip Bey’in kendi hatıralarının yanında, birçok kişinin de hatıraları ve yazıları bulunmaktadır. Eser büyük bir himmetin eseridir. Merhum Akif Bey hakkında bildiklerimizin belki yarısını bu esere borçlu bulunmaktayız. Ancak kitap karışık bir hâlde, işlenmesi gereken ham bilgilerle doludur. Tamamı okunmadan istifade olunmaz.”
Beyan Yayınları bahsedilen hataları en aza indirgemiş, sıralamaları düzene sokmaya çalışmıştır. Her kütüphanede bulunması gereken bu eser, inşallah önemli bir açığımızı kapamıştır. Bu kitapta emeği geçenlerden Allah razı olsun…
26 Nisan 2010 Pazartesi
moliere - cimri
moliere'in oyunları ve kitapları Türk okurları tarafından oldukça beğenilir.. Moliere'in ünlü oyunu ve kitabı olan "Cimri"yi Sabahattin Eyüboğlu çevirisiyle okudum fakat tiyatroya merak salan ve bu kitabı okumayan arkadaşlar için Yaşar Nabi'nin çevirisini tavsiye ediyorum.. Zira içinde gayet faydalı notlar ve ekler bulunmaktadır..kitap hakkında bilgiyi ilerleyen günlerde paylaşacağız..
23 Nisan 2010 Cuma
izlenimler

saatler ilerler yıldızları erteleyerek ve
tan vaktidir bu
ışıklar akar gök yollarında şiirler saçarak
dünyada bir kandil
söndürülür, kent
uyanır
dudaklarında bir şarkıyla
gözlerinde ise ölümle
ve tan vaktidir
dünya
ilerler düşleri öldürmeye....
caddelerde görüyorum güçlü adamları,
ekmek parası peşindeler ve
zalim yüzlerini görüyorum halkın,
gönenmiş iğrenç umutsuz insafsız mutlu
ve kuşluk vaktidir
aynada gördüğüm
zayıf
bir adam
düşleyerek
düşleri
düşler aynada
ve artık
akşamdır, dünyada
bir kandil yakılır
ve karanlıktır artık.
insanlar evlerindedir
zayıf adam yatağındadır
kent
uyur dudaklarında ölümle, gözlerinde şarkıyla
saatler geriler
yıldızlara bürünerek....
gece akar gök yollarında şiirler saçarak
e.e. cummings
15 Nisan 2010 Perşembe
Marcel Khalife - Baiti-ma Maison
Marcel Khalife...
Lübnan'dan çıkmış muazzam insanlardan biri. Ud çalıyor kendisi. Hem de öyle böyle değil... Yazdığı eserler Ahmet Kaya, Kardeş Türküler... gibi Türkiyeli sanatçı ve gruplar tarafından da yorumlanıyor/yorumlanmış -ki bunlardan en ünlüsü Asfur olsa gerek.
Sizlerle Baiti-ma Maison'u paylaşmak istedim. Keyif alacaksınız umuyorum. Beğenirseniz Marcel Amca'yı keşfetmeye devam edebilirsiniz.
Keyifle dinleyin.
(gölgesine sarılan hüzünbaz kedi)
http://www.youtube.com/watch?v=6J099qjQ3Ok
Lübnan'dan çıkmış muazzam insanlardan biri. Ud çalıyor kendisi. Hem de öyle böyle değil... Yazdığı eserler Ahmet Kaya, Kardeş Türküler... gibi Türkiyeli sanatçı ve gruplar tarafından da yorumlanıyor/yorumlanmış -ki bunlardan en ünlüsü Asfur olsa gerek.
Sizlerle Baiti-ma Maison'u paylaşmak istedim. Keyif alacaksınız umuyorum. Beğenirseniz Marcel Amca'yı keşfetmeye devam edebilirsiniz.
Keyifle dinleyin.
(gölgesine sarılan hüzünbaz kedi)
http://www.youtube.com/watch?v=6J099qjQ3Ok
20 Mart 2010 Cumartesi
Çağımızın Bir Kahramanı / Lermontov

dünyada Peçorin gibi olmak neyi kazandırır bizlere? Peçorin gibi olmadığımızda kazanacağımız şeyler de nelerdir acaba?
Lermontov, Peçorin'i ezici bir karakter olarak kullanmış. Bir anti- kahraman. Bazen Peçorin'e hak verdiğim olmadı değil. Ancak büsbütün Peçorin gibi olmakta büyük bir hata. Peçorin kendisine zaafiyeti olduğunu sezinlediği kişileri kendisine hastalık derecesinde bağladıktan sonra onları adeta değersiz bir varlık gibi görerek terkediyor. Bence, karakter olarak güçlü ve tıpkı kendisi gibi duygusuz kadınlar onu bağlayabilir.
Peçorin karakterini Lermontov'a sorduğumuzda, o bu soruya cevap olarak, kitabın ismini vermiş. Buna isterseniz dalga, isterseniz gerçek gözüyle bakın diyerek.
velhasıl-ı kelam, kitaplara ilgisi olan her bireyin okuması gereken nitelikli bir kitap, çağımızın bir kahramanı. Benim elimde, Cem yayınları'na ait Nedim Önal çevirisi var. Çeviri oldukça iyi ve ayrıca Rusça aslından çeviri.
Lermontov, Peçorin'i ezici bir karakter olarak kullanmış. Bir anti- kahraman. Bazen Peçorin'e hak verdiğim olmadı değil. Ancak büsbütün Peçorin gibi olmakta büyük bir hata. Peçorin kendisine zaafiyeti olduğunu sezinlediği kişileri kendisine hastalık derecesinde bağladıktan sonra onları adeta değersiz bir varlık gibi görerek terkediyor. Bence, karakter olarak güçlü ve tıpkı kendisi gibi duygusuz kadınlar onu bağlayabilir.
Peçorin karakterini Lermontov'a sorduğumuzda, o bu soruya cevap olarak, kitabın ismini vermiş. Buna isterseniz dalga, isterseniz gerçek gözüyle bakın diyerek.
velhasıl-ı kelam, kitaplara ilgisi olan her bireyin okuması gereken nitelikli bir kitap, çağımızın bir kahramanı. Benim elimde, Cem yayınları'na ait Nedim Önal çevirisi var. Çeviri oldukça iyi ve ayrıca Rusça aslından çeviri.
8 Mart 2010 Pazartesi
kafka- dönüşüm

kitap okudukça insan yeni ufuklara yelken açar. Yalnız kendisini götürür o ufuklara. Orada doyumsuzluğu tadar. Sonra dilerse başkalarını davet eder. Geçtiği kıyıları, gördüğü gerçekleri, çektiği sıkıntıları anlatır durur. Dilediği, istediği değişimleri haykırır. Bunları yapıyor diye kendisini kalabalıklarda yaşıyor addedemeyiz. O hala yalnızdır...
Yalnızdır çünkü anlaşılmama kaygısı vardır. Derin bir anlaşılmama kaygısı. Yüz çizgilerini daha da belirgin kılan, insanı çöküşe hazırlayan kaygı. Yaşadığı döneme atabiliriz belki suçu. Çünkü bir insan, kendisini yaşadığı döneme yakıştıramıyorsa bu onu içe kapanık hale getirir. Yakıştıramıyorsa değil, yabancı hissediyorsa. Kıyafetlere, fikirlere, şakalara ve öfkelere. Ve içten içe beyni iğfal eden mekanikleşmeye.
***************************
Gregor Samsa, bir böceğe dönüştü. Bunu kasıtlı olarak istedi mi bilinmez. Buna mecbur kaldığını söyleyebiliriz. Mecbur kaldı çünkü çekilmez bir hal alıyordu hayat.
Kendisini başkalaştırmanın, dönüşümün zamanı geldi ve böcek oldu. Neden böcek oldu diye soracak olursak? Devreye, Kafka'nın iğneli nükteleri giriyor.
Aslında yararlı bir başkalaşım, neye ve kime göre sorularını suratımıza yapıştırıyor. Kaçamıyoruz ondan. Toplum için bu başkalaşım bir iğrençlikti. Zehirlenen bir toplum için. Bu yüzden böcekleşen Gregor Samsa, sessiz ve iğrenç (!) bir şekilde öldü..!
23 Şubat 2010 Salı
20 Şubat 2010 Cumartesi
İmam Abdullah Harun

1956’da müslümanlar, Peygamber’in doğumunu kutladıkları gün, Kap’ın Claremont banliyösündeki El Camia Camii’nin cemaati, 32 yaşındaki Hacı Abdullah Harun’u kendilerine imam olarak atadılar. Bu müslümanlar, memur sınıfın “Kap Melezleri” diye adlandırdığı 2.5 milyon ırkça karışık halkın bir bölümünü oluşturmaktadır.
İmam olarak atanan Abdullah Harun, cemaatin yaşlı üyelerince, oldukça genç ve biraz çocuksu tavırları olduğu kanaati taşıyordu. İmam’ın böyle bir göreve uygun olmadığı düşünülüyor, dini önderlerin ağırbaşlı adamlar olduğu kanaati taşındığı için bu imamın oldukça fazla espritüel olduğu ve bu yüzden bazı sorunlar doğurabileceği konuşuluyordu. Göze batacak biçimde traşlı kafası, kısa boyu ve oldukça şık bir giyimi olan İmam acaba bu görevi yerine getirebilir miydi? Yeni imamın, haftada bir sinemada geçirdiği saatler, ibadet ve tefekkürle geçirilemez miydi? Tamamı iki bin kişi olan cemaatin yaşlı üyeleri bundan pek emin değildiler.
Her şey bir yana, imam olarak seçilen Abdullah Harun ilerleyen günlerde epey sorumluluk almaya, gençleri etrafında toplamaya başlamıştı. İmam Harun, kendisini yetiştiren halasının sayesinde, birçok kez hacca gitmiş ve doğu ülkelerinde arapçasını oldukça iyi bir şekilde geliştirmiş ve 14 yaşında hafız olmuştur. Bu yüzden, dini konulardaki bilgisi ve yeniliklere açık oluşu kendisini farklı kılıyordu.
Din konusunda oldukça donanımlı olan Abdullah Harun, bütün irfanlarına rağmen, siyasi konularda oldukça zayıftı. Kendisi, İslam’ın salt bir öte dünya dini olmadığını düşünüyor, bu yüzden halkının toplumsal ve siyasal işlerine ilgi duymaya başlıyordu. Laik bir devlet içerisinde yaşayan İmam, bu sistemde eğitim gören gençlerle tartışıyor, kendisini geliştirmeye çalışıyordu. Ne var ki, ırkçı ve faşist yaklaşımları olan devlet, Kap melezlerine ve müslüman halka karşı oldukça sert ve tutucu tavırlar sergiliyordu. Beyazlar için yerleşim bölgeleri yapılıyor, siyahları beyazlardan uzaklaştırmak için, en verimsiz ve uzak bölgeler seçiliyor, bunun için de hiçbir şekilde hak ve hukuk aranmıyordu. Bu yüzden, İmam’ın oturduğu bölge, görevli olduğu sürelerde değiştirilmişti. Harun’un yaşadığı ırkçı devlet, eğitimi de soysuzlaştırma çabası içindeydi. Bu yüzden özel olarak kurulan Kap Melezlerine ait kolejler yakılıyordu. Bu ciddi dönemde, gergin atmosferde; müslümanların toplumun siyasal hayatına katılmalarının güçlü bir geleneği olduğuna inanan İmam, kurtulmak istese de kendisini bırakmayan siyasete gittikçe ilgi duymaya başladı. Ve ilk defa bağımsızlık yolunda çalışan örgütlere de böylece açık bir ilgi duymaya başladı.
İmamlığının üçüncü yılında Harun, çok faal bir cemaat oluşturmuş, piknik ve şenliklerle halkı bir arada tutmuştur. Yoksullar için bir yardım fonu oluşturmuş, kadınlara iş ve araştırma merkezleri kurulmasına ön ayak olmuştur. Oldukça aktif birisi olan İmam, tebliğ çalışmalarını oldukça önemsiyor ve siyah göçmen işçiler arasında İslam’ı anlatıyor ve her yerde küçümsenen bu işçilerin kalbini İslam’a ısındırıyordu.
Günler geçtikçe oluşan siyasi gerginlikler, siyahlar arasında çeşitli örgütler kurulmasına sebep oluyordu. Bu ezilen halk, hakkını aramalı ve sesini yükseltmeliydi. Ancak İmam Harun, bu konuda sert olunmaması taraftarıydı. Şöyle diyordu dostu İbrahim’e;
“Biliyorum ki, duanın gücü dağları yerinden oynatabilir. Halkı inançlı olmaya çağırmalıyız. Eğer seçilmiş bir günde, bütün halkı diz çöküp dua etmeye çağırırsak, Allah beyaz halkın yüreğine bir değişiklik verecektir mutlaka. Böylesi bir yürek değişikliğini dileyebiliriz, eminim bundan.”
Böyle diyordu İmam Harun. Ancak daha sonra dua büyük işler başarabilse de yalnız dua etmek yetersizdir sonucuna vardı. Onu bu düşünceye sevkeden olay, ırkçı yönetimin, tüm siyahların artık yanlarında her zaman “paso” ile dolaşmasını emretmesiydi. Bu karara itiraz eden Pan- Afrikanist örgütü, yanlarında paso taşımayacaklarını bildirdi ve pasif bir direniş gösterisi olarak binlerce kişi polis karakoluna gidip teslim oldu. Bu pasif direnişe, polis oldukça şiddetli bir karşılık verdi. 69 kişi öldürüldü ve daha fazlası da yaralandı. Sıkı yönetim ilan edildi ve siyah halkın umudu olan, Pan- Afrikanist ve Afrika Ulusal kongresi yasa dışı ilan edilip, yirmi kişi de tutuklanarak sonuçlandı. Bu olaylardan sonra, İmam Harun, yoksul halka yardım amacıyla kurulan çeşitli hareketlere katıldı ve ilk defa sivil plisin dikkatini çekti. Bir yandan da, vaazlarına devam eden İmam, hükümeti ağır şekilde eleştiren konuşmalar yaptı ve jurnalcilerin cemaat içine sızmasına engel olamadı. Örgütle bağlantıları olan ve peşine polislerin takıldığı arkadaşları Mücahid ve İbrahim ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Şimdi İmam daha da yalnızdı. Bu boğucu hava, İmam’ın kendisini arındırması için Mekke’ye hanımıyla birlikte bir hac vazifesi yapma fikrini getirdi. Ve İmam, şehid edilmesine ön ayak olacak, bu yolcuğuna çıktı. Orada, arkadaşı İbrahimle görüştü ve örgütle iyice içli dışlı oldu. Arkadaşının teklifiyle daha sonra Kahire’ye geçti ve oradan da Londra’ya. Burada, hem halkına para yardımı, hem öğrenciler için burslar ve hem de örgüt için gerekli görevleri üstüne alıyordu. Bu yaptığı görüşmeler devletin muhbirleri tarafından izleniyor ve haber veriliyordu. İmam bunları, işkence ve hücre dönemlerinde anlayacaktı. Ülkeye geri döndüğünde, artık eski Harun değildi. Daha da bilinçlenmiş ancak oldukça cesaretli hamleler yapıyordu. Bir müddet sonra, polisler mescide baskınlar yapmaya, belgeleri ele geçirmeye çalıştı. İmam, sürekli taciz ediliyor, polisin nefesini ensesinde hissediyordu. Bu sıkıcı hava da, bir Londra seyahati daha yapması İmam’ın bütün açıkları göstermesi demekti. Ancak İmam, bu hataya düştü ve Londra’ya gitti. Orada ki görüşmelerde, jurnalcilerin gözündeydi ve İmam yurda dönüşünden bir müddet sonra, yurtdışına kaçma tekliflerini reddettiğine pişman olarak, polis tarafından tutuklandı.
Ve günlerce sorguda kaldı İmam. Çeşitli işkenceler gördü. Arkadaşlarını ele vermemek için çırpındı. Kendisini Allah’a teslim etti, namazlarını kıldı, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tuttu. Yılmadı İmam. Allah o’nu şehitlik mertebesine ulaştırdı(inşallah) Ve sonunda bu işkencelere dayanamayarak can verdi İmam. Son sözleri şu oldu;
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Günahlarımı bağışla. Karımı ve çcuklarımı esirge. Şimdi senin gözetip esirgemene her zamankinden daha çok muhtaçlar. Ey en esirgeyici olan! Sen birsin, buna iman ettim. Ve Peygamber Muhammed, senin Resûlündür. Selam üzerine olsun. Yaralarım sızlıyor, artık bu eza ve cefaya dayanasım kalmadı. Ey esirgeyici olan! Ruhumu al; işkencelere bedenimi bırak; zayıflığımı bağışla. Ey esirgeyici olan! Beni öldür artık; bedenimi özgür kıl; halkımı özgür kıl!”
Ve 138 günlük hücre hapsi; küfür, hakaret, zulüm, işkence ve yıldırma, o Cumartesi sabahı, 27 Eylül 1969’da sona erdi... Rabbim, cennetinde bizi buluştursun.
Not: Yazı, özgün yayıncılıktan çıkmış “İmamın Öldürülüşü” adlı kitaptan faydalanılarak yazılmıştır. Kitabın okunması, İmam Abdullah Harun’un ülkemizde daha iyi tanınması, bir mücahidin, Allah’ın rızasını gözeterek nasıl direndiğini, yılmadığını anlamamız açısından önemli olacaktır.
İmam olarak atanan Abdullah Harun, cemaatin yaşlı üyelerince, oldukça genç ve biraz çocuksu tavırları olduğu kanaati taşıyordu. İmam’ın böyle bir göreve uygun olmadığı düşünülüyor, dini önderlerin ağırbaşlı adamlar olduğu kanaati taşındığı için bu imamın oldukça fazla espritüel olduğu ve bu yüzden bazı sorunlar doğurabileceği konuşuluyordu. Göze batacak biçimde traşlı kafası, kısa boyu ve oldukça şık bir giyimi olan İmam acaba bu görevi yerine getirebilir miydi? Yeni imamın, haftada bir sinemada geçirdiği saatler, ibadet ve tefekkürle geçirilemez miydi? Tamamı iki bin kişi olan cemaatin yaşlı üyeleri bundan pek emin değildiler.
Her şey bir yana, imam olarak seçilen Abdullah Harun ilerleyen günlerde epey sorumluluk almaya, gençleri etrafında toplamaya başlamıştı. İmam Harun, kendisini yetiştiren halasının sayesinde, birçok kez hacca gitmiş ve doğu ülkelerinde arapçasını oldukça iyi bir şekilde geliştirmiş ve 14 yaşında hafız olmuştur. Bu yüzden, dini konulardaki bilgisi ve yeniliklere açık oluşu kendisini farklı kılıyordu.
Din konusunda oldukça donanımlı olan Abdullah Harun, bütün irfanlarına rağmen, siyasi konularda oldukça zayıftı. Kendisi, İslam’ın salt bir öte dünya dini olmadığını düşünüyor, bu yüzden halkının toplumsal ve siyasal işlerine ilgi duymaya başlıyordu. Laik bir devlet içerisinde yaşayan İmam, bu sistemde eğitim gören gençlerle tartışıyor, kendisini geliştirmeye çalışıyordu. Ne var ki, ırkçı ve faşist yaklaşımları olan devlet, Kap melezlerine ve müslüman halka karşı oldukça sert ve tutucu tavırlar sergiliyordu. Beyazlar için yerleşim bölgeleri yapılıyor, siyahları beyazlardan uzaklaştırmak için, en verimsiz ve uzak bölgeler seçiliyor, bunun için de hiçbir şekilde hak ve hukuk aranmıyordu. Bu yüzden, İmam’ın oturduğu bölge, görevli olduğu sürelerde değiştirilmişti. Harun’un yaşadığı ırkçı devlet, eğitimi de soysuzlaştırma çabası içindeydi. Bu yüzden özel olarak kurulan Kap Melezlerine ait kolejler yakılıyordu. Bu ciddi dönemde, gergin atmosferde; müslümanların toplumun siyasal hayatına katılmalarının güçlü bir geleneği olduğuna inanan İmam, kurtulmak istese de kendisini bırakmayan siyasete gittikçe ilgi duymaya başladı. Ve ilk defa bağımsızlık yolunda çalışan örgütlere de böylece açık bir ilgi duymaya başladı.
İmamlığının üçüncü yılında Harun, çok faal bir cemaat oluşturmuş, piknik ve şenliklerle halkı bir arada tutmuştur. Yoksullar için bir yardım fonu oluşturmuş, kadınlara iş ve araştırma merkezleri kurulmasına ön ayak olmuştur. Oldukça aktif birisi olan İmam, tebliğ çalışmalarını oldukça önemsiyor ve siyah göçmen işçiler arasında İslam’ı anlatıyor ve her yerde küçümsenen bu işçilerin kalbini İslam’a ısındırıyordu.
Günler geçtikçe oluşan siyasi gerginlikler, siyahlar arasında çeşitli örgütler kurulmasına sebep oluyordu. Bu ezilen halk, hakkını aramalı ve sesini yükseltmeliydi. Ancak İmam Harun, bu konuda sert olunmaması taraftarıydı. Şöyle diyordu dostu İbrahim’e;
“Biliyorum ki, duanın gücü dağları yerinden oynatabilir. Halkı inançlı olmaya çağırmalıyız. Eğer seçilmiş bir günde, bütün halkı diz çöküp dua etmeye çağırırsak, Allah beyaz halkın yüreğine bir değişiklik verecektir mutlaka. Böylesi bir yürek değişikliğini dileyebiliriz, eminim bundan.”
Böyle diyordu İmam Harun. Ancak daha sonra dua büyük işler başarabilse de yalnız dua etmek yetersizdir sonucuna vardı. Onu bu düşünceye sevkeden olay, ırkçı yönetimin, tüm siyahların artık yanlarında her zaman “paso” ile dolaşmasını emretmesiydi. Bu karara itiraz eden Pan- Afrikanist örgütü, yanlarında paso taşımayacaklarını bildirdi ve pasif bir direniş gösterisi olarak binlerce kişi polis karakoluna gidip teslim oldu. Bu pasif direnişe, polis oldukça şiddetli bir karşılık verdi. 69 kişi öldürüldü ve daha fazlası da yaralandı. Sıkı yönetim ilan edildi ve siyah halkın umudu olan, Pan- Afrikanist ve Afrika Ulusal kongresi yasa dışı ilan edilip, yirmi kişi de tutuklanarak sonuçlandı. Bu olaylardan sonra, İmam Harun, yoksul halka yardım amacıyla kurulan çeşitli hareketlere katıldı ve ilk defa sivil plisin dikkatini çekti. Bir yandan da, vaazlarına devam eden İmam, hükümeti ağır şekilde eleştiren konuşmalar yaptı ve jurnalcilerin cemaat içine sızmasına engel olamadı. Örgütle bağlantıları olan ve peşine polislerin takıldığı arkadaşları Mücahid ve İbrahim ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Şimdi İmam daha da yalnızdı. Bu boğucu hava, İmam’ın kendisini arındırması için Mekke’ye hanımıyla birlikte bir hac vazifesi yapma fikrini getirdi. Ve İmam, şehid edilmesine ön ayak olacak, bu yolcuğuna çıktı. Orada, arkadaşı İbrahimle görüştü ve örgütle iyice içli dışlı oldu. Arkadaşının teklifiyle daha sonra Kahire’ye geçti ve oradan da Londra’ya. Burada, hem halkına para yardımı, hem öğrenciler için burslar ve hem de örgüt için gerekli görevleri üstüne alıyordu. Bu yaptığı görüşmeler devletin muhbirleri tarafından izleniyor ve haber veriliyordu. İmam bunları, işkence ve hücre dönemlerinde anlayacaktı. Ülkeye geri döndüğünde, artık eski Harun değildi. Daha da bilinçlenmiş ancak oldukça cesaretli hamleler yapıyordu. Bir müddet sonra, polisler mescide baskınlar yapmaya, belgeleri ele geçirmeye çalıştı. İmam, sürekli taciz ediliyor, polisin nefesini ensesinde hissediyordu. Bu sıkıcı hava da, bir Londra seyahati daha yapması İmam’ın bütün açıkları göstermesi demekti. Ancak İmam, bu hataya düştü ve Londra’ya gitti. Orada ki görüşmelerde, jurnalcilerin gözündeydi ve İmam yurda dönüşünden bir müddet sonra, yurtdışına kaçma tekliflerini reddettiğine pişman olarak, polis tarafından tutuklandı.
Ve günlerce sorguda kaldı İmam. Çeşitli işkenceler gördü. Arkadaşlarını ele vermemek için çırpındı. Kendisini Allah’a teslim etti, namazlarını kıldı, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tuttu. Yılmadı İmam. Allah o’nu şehitlik mertebesine ulaştırdı(inşallah) Ve sonunda bu işkencelere dayanamayarak can verdi İmam. Son sözleri şu oldu;
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Günahlarımı bağışla. Karımı ve çcuklarımı esirge. Şimdi senin gözetip esirgemene her zamankinden daha çok muhtaçlar. Ey en esirgeyici olan! Sen birsin, buna iman ettim. Ve Peygamber Muhammed, senin Resûlündür. Selam üzerine olsun. Yaralarım sızlıyor, artık bu eza ve cefaya dayanasım kalmadı. Ey esirgeyici olan! Ruhumu al; işkencelere bedenimi bırak; zayıflığımı bağışla. Ey esirgeyici olan! Beni öldür artık; bedenimi özgür kıl; halkımı özgür kıl!”
Ve 138 günlük hücre hapsi; küfür, hakaret, zulüm, işkence ve yıldırma, o Cumartesi sabahı, 27 Eylül 1969’da sona erdi... Rabbim, cennetinde bizi buluştursun.
Not: Yazı, özgün yayıncılıktan çıkmış “İmamın Öldürülüşü” adlı kitaptan faydalanılarak yazılmıştır. Kitabın okunması, İmam Abdullah Harun’un ülkemizde daha iyi tanınması, bir mücahidin, Allah’ın rızasını gözeterek nasıl direndiğini, yılmadığını anlamamız açısından önemli olacaktır.
Ramazan Sercan Somuncu
Etiketler:
abdullah harun,
imam abdullah,
imam abdullah harun
21 Ocak 2010 Perşembe
Yaşam Kitabevi

İstanbul'da buram buram kalite kokan bir sahaftayız şimdi de. İstiklal caddesinde yürümeyi göze aldıran bir yer. Bir demli çay için gidilip, sıcacık muhabbetle geri dönülen, kitabı ve kitapçıyı sevdiren bir yer; Yaşam Kitabevi.
Galatasaray Lisesini bilirsiniz. Hemen karşısındaki caddenin sağında, Aslıhan Pasajı vardır. Oradan içeri girersiniz ve giriş katta üçüncü yada dördüncü dükkanı görürsünüz. Önünde oyuncukların yığıldığı, hoş bir tabelayla karşılar sizi, Yaşam Kitabevi. Tabelanın size gösterdiği sıcak alakayı içeride daha net hissedebilmek için, o eşikten adım atmanız gerekir. Dikkat edin, doğu yada Yunan müziğiyle başbaşa kalabilirsiniz. Kötülüğünden değil ziyadesiyle iyiliğinden bu. Kimi zaman iç yakan, kimi zaman coşturup eğlenen müziklerin çaldığı yer olarakta bilinir, Yaşam Kitabevi. Müzik narkozuyla birlikte, bir müddet kitaplara odaklanamaz duruma gelebilirsiniz. Doğaldır, mazur görülebilir. Aman sakın, ben şu kitabı istiyorum, var mı diye sormayın ilkin. Bekleyin biraz. Tabureyi kendinize çekip oturun, dakikalarca. Oturun, korkmayın. Kimse size orada neden oturduğunuzu sormaz. Yanlış anlamayın, sorumsuz olduklarından değil, okuyucuyu kısıtlamamalarından gelir bu huy. İki kişi vardır orada. Ahmet ağabey ve Onur ağabey. İkiside cana yakın, samimi insanlar. Oldukça da gençler. Ahmet ağabey, genelde muhabbeti seven, şakalaşma ve samimiyetiyle anında insanları kendisine çeken biri. Sık sık dile getirdiği şekilde, hasretiyle prangalar eskiten, parayı fazla önemsemeyen biri. Ayrıca dükkanın sahibi. Onur ağabey ise, orada çalışan, entellektüel duruşuyla göze çarpan biri. Şiir gibi diliyle, sizi farklı alanlarda sürükleyen, kafa karışıklığında sorularınızı cevaplayabilen, okuyan eden, yazan, düşünen bir ağabeyimiz. Çok değişik sahalarda(kitap konusunda) gezinmiş olmasından mütevellit oldukça donanımlı biri.
Bende bu değerli ağabeyleri ve kitabevini tanıtmanın faydalı olacağını düşündüm. Tanıtırken de öyle üstün körü değil, gidip tekrar bir havasını alayım diye orayada uğradım. Öyle bir kaç laf etmişken, birazda soru sorayım dedim, site için. Hava epey karardığı için pek bir şey konuşamadık ama daha kapsamlı bir röportajla inşallah tekrar bir arada oluruz.
Bu işle hemhal olmasaydınız da, normal bir okuyucu olsaydınız, nasıl bir sahaf özlemiyle tutuşurdunuz?
Her şeyden evvel Borges bir okur olduğunu söylediğinde kendimi ona öylesine yakın duyuyorum ki... Sahafların tutması gereken yol bu işte. İyi okur olmak en başta gelir. Bu gelen okurla iyi bir diyalog için de elzem. Okurun vurulduğu şey bu... Biz sahafların da onlarda harekete geçirmek istediğimiz şey sevme yeteneği... İhtiyaçlarını zamanla değişir bulduklarında bu çoğunlukla onların elinde olmaz. Birdenbire daha fazla yazar ve kitabı gündemlerine almış olurlar. Bu iki taraf açısından da muhteşemdir. Ve o zaman Neruda'nın pırıltılı teşekkür ederim'i gelir yetişir... O zaman anlarız ki, okumak başka bir şeydir.
Yazmak ve okumak diye soralım hocam o halde? Okuyan ve özellikle yazan kardeşlerimize yönelik bir tavsiyeniz kısaca var mıdır?
Bir arap şeyhinin kitaplarından ayrılmak istemediği için onları develerine yükleyip beraberinde götürdüğünü duyduğumuzda bu bizi tatlı tatlı gülümsetir. Bu kitapların yazarı olmak hevesi de belirebilir ufukta... Yalnız okuduğundan daha fazla konuşan ve yazan kimselerin iyi edebiyata zararları hudutsuz...Bunu telkin eden cesaretlendirmelerden yana olmamak lüzum eder... Kendisini tanımasının en emin yollarından biri olduğu gibi bu kitap serüveni kendisini yitirmesine de yol açabilir..Olumlu ya da olumsuz anlamda..
Peki hocam, gün içerisinde ilginç okuyucular ve olaylarla karşılaşıyor musunuz? Hangi tip okuyucuyla daha iyi iletişim kuruyorsunuz?
Yeni kitap satın almaktansa iyi kitap almayı prensip edinmiş olanlarla daha iyi anlaşabiliyoruz... Geçenlerde o bir tek kitabı, aklındaki o bir tek kitabı satın almak için bir tam gün çalışıp da, çalışmasına karşılık aldığı parayı, o kitaba yatırmak isteyen biri sahafa gelmişti... Bu istek insanı kuvvetlendiriyor, insanın tükenmediğine inandırabiliyor...
Sevdiğiniz şairler kimlerdir? Yada şöyle sorayım sizin sevdiğiniz şairler hakkında konuşmak isteyen bir okuyucu olunca neler hissediyorsunuz?
Beni sevindiren, yüreğime hora teptiren şeylerden biri de, benim sevdiğim o şairler ve yazarların peşine düşmüş kişileri görmem ve onlarla muhabbet etmem. İçlerinden biri İsmet Özel peşinde ve ondan şiirler devşirmiş de gelmiş söyleyiveriyor dokununca... Bir başkası Aragon'dan ayrılmaz olmuş... Mayakovski ve Sezai Karakoç sevdalısı da var... Bunlar güzel şeyler, bizi sevindiren -yüreğimizi yerinden sökecek demiyelim de- en azından kımıldatmaya sebep olacak şeyler...
Benim için bekliyorsunuz, fazla rahatsız etmeyeyim hocam. Evinize gideceksiniz. Son kez, feraghi(..) ve dunyabizim.com okurları için söylemek istediğiniz bir şeyler varsa mutlu oluruz?
Benim tavsiye babında söyleyebileceğim şey, her düşünceye karşı hoşgörülü olunmasıdır... Çünkü hoşgörü, birçok şeyin kapısını açar. Tıpkı Cemil Meriç'in tavsiye ettiği, hatta haykırdığı hoşgörü. Zira bunu başarabilirsek, arkası gelir. Ayrıca, bizi ziyaret etmek isteyen, çayımızı yudumlayıp, bir çift kelam etmek isteyen bütün arkadaşlarımıza kapımız açık... Lütfen çekinmesinler. Hatta, feraghi(..) ve dunyabizim.com aracılığıyla geldiklerini söyleyip bir de simit hakkı kazanabilirler.
teşekkür ederiz...
R. Sercan Somuncu
Galatasaray Lisesini bilirsiniz. Hemen karşısındaki caddenin sağında, Aslıhan Pasajı vardır. Oradan içeri girersiniz ve giriş katta üçüncü yada dördüncü dükkanı görürsünüz. Önünde oyuncukların yığıldığı, hoş bir tabelayla karşılar sizi, Yaşam Kitabevi. Tabelanın size gösterdiği sıcak alakayı içeride daha net hissedebilmek için, o eşikten adım atmanız gerekir. Dikkat edin, doğu yada Yunan müziğiyle başbaşa kalabilirsiniz. Kötülüğünden değil ziyadesiyle iyiliğinden bu. Kimi zaman iç yakan, kimi zaman coşturup eğlenen müziklerin çaldığı yer olarakta bilinir, Yaşam Kitabevi. Müzik narkozuyla birlikte, bir müddet kitaplara odaklanamaz duruma gelebilirsiniz. Doğaldır, mazur görülebilir. Aman sakın, ben şu kitabı istiyorum, var mı diye sormayın ilkin. Bekleyin biraz. Tabureyi kendinize çekip oturun, dakikalarca. Oturun, korkmayın. Kimse size orada neden oturduğunuzu sormaz. Yanlış anlamayın, sorumsuz olduklarından değil, okuyucuyu kısıtlamamalarından gelir bu huy. İki kişi vardır orada. Ahmet ağabey ve Onur ağabey. İkiside cana yakın, samimi insanlar. Oldukça da gençler. Ahmet ağabey, genelde muhabbeti seven, şakalaşma ve samimiyetiyle anında insanları kendisine çeken biri. Sık sık dile getirdiği şekilde, hasretiyle prangalar eskiten, parayı fazla önemsemeyen biri. Ayrıca dükkanın sahibi. Onur ağabey ise, orada çalışan, entellektüel duruşuyla göze çarpan biri. Şiir gibi diliyle, sizi farklı alanlarda sürükleyen, kafa karışıklığında sorularınızı cevaplayabilen, okuyan eden, yazan, düşünen bir ağabeyimiz. Çok değişik sahalarda(kitap konusunda) gezinmiş olmasından mütevellit oldukça donanımlı biri.
Bende bu değerli ağabeyleri ve kitabevini tanıtmanın faydalı olacağını düşündüm. Tanıtırken de öyle üstün körü değil, gidip tekrar bir havasını alayım diye orayada uğradım. Öyle bir kaç laf etmişken, birazda soru sorayım dedim, site için. Hava epey karardığı için pek bir şey konuşamadık ama daha kapsamlı bir röportajla inşallah tekrar bir arada oluruz.
Bu işle hemhal olmasaydınız da, normal bir okuyucu olsaydınız, nasıl bir sahaf özlemiyle tutuşurdunuz?
Her şeyden evvel Borges bir okur olduğunu söylediğinde kendimi ona öylesine yakın duyuyorum ki... Sahafların tutması gereken yol bu işte. İyi okur olmak en başta gelir. Bu gelen okurla iyi bir diyalog için de elzem. Okurun vurulduğu şey bu... Biz sahafların da onlarda harekete geçirmek istediğimiz şey sevme yeteneği... İhtiyaçlarını zamanla değişir bulduklarında bu çoğunlukla onların elinde olmaz. Birdenbire daha fazla yazar ve kitabı gündemlerine almış olurlar. Bu iki taraf açısından da muhteşemdir. Ve o zaman Neruda'nın pırıltılı teşekkür ederim'i gelir yetişir... O zaman anlarız ki, okumak başka bir şeydir.
Yazmak ve okumak diye soralım hocam o halde? Okuyan ve özellikle yazan kardeşlerimize yönelik bir tavsiyeniz kısaca var mıdır?
Bir arap şeyhinin kitaplarından ayrılmak istemediği için onları develerine yükleyip beraberinde götürdüğünü duyduğumuzda bu bizi tatlı tatlı gülümsetir. Bu kitapların yazarı olmak hevesi de belirebilir ufukta... Yalnız okuduğundan daha fazla konuşan ve yazan kimselerin iyi edebiyata zararları hudutsuz...Bunu telkin eden cesaretlendirmelerden yana olmamak lüzum eder... Kendisini tanımasının en emin yollarından biri olduğu gibi bu kitap serüveni kendisini yitirmesine de yol açabilir..Olumlu ya da olumsuz anlamda..
Peki hocam, gün içerisinde ilginç okuyucular ve olaylarla karşılaşıyor musunuz? Hangi tip okuyucuyla daha iyi iletişim kuruyorsunuz?
Yeni kitap satın almaktansa iyi kitap almayı prensip edinmiş olanlarla daha iyi anlaşabiliyoruz... Geçenlerde o bir tek kitabı, aklındaki o bir tek kitabı satın almak için bir tam gün çalışıp da, çalışmasına karşılık aldığı parayı, o kitaba yatırmak isteyen biri sahafa gelmişti... Bu istek insanı kuvvetlendiriyor, insanın tükenmediğine inandırabiliyor...
Sevdiğiniz şairler kimlerdir? Yada şöyle sorayım sizin sevdiğiniz şairler hakkında konuşmak isteyen bir okuyucu olunca neler hissediyorsunuz?
Beni sevindiren, yüreğime hora teptiren şeylerden biri de, benim sevdiğim o şairler ve yazarların peşine düşmüş kişileri görmem ve onlarla muhabbet etmem. İçlerinden biri İsmet Özel peşinde ve ondan şiirler devşirmiş de gelmiş söyleyiveriyor dokununca... Bir başkası Aragon'dan ayrılmaz olmuş... Mayakovski ve Sezai Karakoç sevdalısı da var... Bunlar güzel şeyler, bizi sevindiren -yüreğimizi yerinden sökecek demiyelim de- en azından kımıldatmaya sebep olacak şeyler...
Benim için bekliyorsunuz, fazla rahatsız etmeyeyim hocam. Evinize gideceksiniz. Son kez, feraghi(..) ve dunyabizim.com okurları için söylemek istediğiniz bir şeyler varsa mutlu oluruz?
Benim tavsiye babında söyleyebileceğim şey, her düşünceye karşı hoşgörülü olunmasıdır... Çünkü hoşgörü, birçok şeyin kapısını açar. Tıpkı Cemil Meriç'in tavsiye ettiği, hatta haykırdığı hoşgörü. Zira bunu başarabilirsek, arkası gelir. Ayrıca, bizi ziyaret etmek isteyen, çayımızı yudumlayıp, bir çift kelam etmek isteyen bütün arkadaşlarımıza kapımız açık... Lütfen çekinmesinler. Hatta, feraghi(..) ve dunyabizim.com aracılığıyla geldiklerini söyleyip bir de simit hakkı kazanabilirler.
teşekkür ederiz...
R. Sercan Somuncu
9 Ocak 2010 Cumartesi
Hayatın görünmeyen yüzü
Yirmi dört ülkeden kareler içeren ve beş yılda tamamlanan belgesel hayatın görmediğimiz yüzünü açığa çıkartıyor..
Baraka, 92 yapımı bir belgesel. 24 farklı ülkeden çekilmiş görüntülerden oluşan yapım; Çin'den Kamboçya'ya, Türkiye'den Ekvator'a uzanan bir yelpaze, şeklinde.
Tamamlanması, beş yıl almış. Görüntü ve müzikleriyle göze çarpan, ufuk açıcı bir belgesel. Yönetmenliğini, Amerikalı Ron Fricke'nin yaptığı belgeselde pek diyalog yok. Daha çok çeşitli bölgelerdeki doğal güzellikleri, ibadethaneleri-ibadetleri, insan ve çocuk yüzlerini, acıyı, sefaleti, temizi, kirliyi, açlığı vb. görüntü ve sesin ustalıkla harmanlamasıyla gözümüze iliştirmiş.
Meğer Kümes hayvanları gibiymişiz
İnsanlar koyun değil. Evet, kesinlikle değil. Civciv hiç değil. Ne kadar kolay benzetmeyişler değil mi? Ancak, gözümüzün önünde insanların yani bizlerin koyunlar gibi yönlendirildiğini görüyoruz. Ve aynı zamanda yaşıyoruz bunları. Ne korkunç, ne çirkin görüntüler. Bir fabrikaya giriyor kamera. Seri tavuk üretimi, civcivler son sürat üretiliyor. Gagaları damgalanıyor, makinelere fırlatılıp son hız ilerletiliyorlar. O karmaşada kimi civcivin bacağı kırılıyor, kimi ezilerek ölüyor.
Her şey normal gibi gözüküyor. İnsanoğlundan normal bir şey beklemiyoruz zaten... Sonra vakit geçiyor ve bir metro istasyonuna doğru görüntü ilerliyor. İnsanlar tıpkı civcivler gibi sıra bekliyor. Aynı hızda ve aynı yoğunlukta. İnsanlar, hızlı görüntülerle tıpkı civcivlerin durumundalar sanki. Sonra metro geliyor ve o karmaşada insanlar birbirlerini itekliyorlar. Tıpkı civcivleri fırlattıkları gibi insanlar da kendilerini metroya fırlatıyorlar. Ya da birileri bunu yapmaya mecbur bırakıyor insanları. Teknolojinin tutsağı oluyor insan. Modern dünya insanı bitiriyor sanki.
Temiz ortamlardaki ibadetlerden, karmaşık teknolojiye geçiyor insan. Modernleşmeyle her şey bozuluyor. Yapılar ve insanlar. Çevre zarar görüyor bundan. Yaşlı kabile reisi kızıyor bu duruma. Yüzüne doğru kamera ilişiyor. Sert bir bakışı var; donuk ve öfkeli. Ses çıkartmadan kızıyor, bu her şeyi anlamaya yetiyor.
Yüzyıllardır acı var yeryüzünde. Dünya acı demek. Var olduğu sürece onunla dolaştı. Evet; toplama kampları, yetim kalmış çocuklar, sokakta yaşayan evsizler.. Çocuk yüzü kadar masum kamera. Kabile çocuklarını çekiyor. Tertemiz, boyanmış yüzler. Çocuklar her şeyden haberdar gibi. Vahşice vurulan tokatlardan, kesilen ağaçlardan, öldürülen insanlardan, gelişen teknolojiden. Galiba her şeyi biliyorlar ama çocukluk işte... Anlatmamak daha iyi galiba.
Çöplükte umut arayan insanlar
Hindistanlı insanlar sığırların, köpeklerin ezdiği çöplükte umut arıyorlar. Ellerine geçen ise beslenmek için pis artıklar. Toplayabildikleri yiyeceklerini poşetlere tıkıştırıyorlar. Hayatta kalmak için yemek zorundalar. Bu sahneler düşündürüyor izleyiciyi. İsraf.. Yabancılaşmadığımız kelime. Keşke sadece ona yabancılaşabilsek.
Yokluğun, kalabalık içinde yalnızlığın, saflığın, kirlenmişliğin ve modern dünyada insan yaşamına dair farklı bakış açılarıyla önümüze düşündürücü görüntüler seren bu belgesel eminim ki izlendiğinde çıkarılacak dersler ve alınacak notlara sebep olacaktır.
Baraka, 92 yapımı bir belgesel. 24 farklı ülkeden çekilmiş görüntülerden oluşan yapım; Çin'den Kamboçya'ya, Türkiye'den Ekvator'a uzanan bir yelpaze, şeklinde.
Tamamlanması, beş yıl almış. Görüntü ve müzikleriyle göze çarpan, ufuk açıcı bir belgesel. Yönetmenliğini, Amerikalı Ron Fricke'nin yaptığı belgeselde pek diyalog yok. Daha çok çeşitli bölgelerdeki doğal güzellikleri, ibadethaneleri-ibadetleri, insan ve çocuk yüzlerini, acıyı, sefaleti, temizi, kirliyi, açlığı vb. görüntü ve sesin ustalıkla harmanlamasıyla gözümüze iliştirmiş.
Meğer Kümes hayvanları gibiymişiz
İnsanlar koyun değil. Evet, kesinlikle değil. Civciv hiç değil. Ne kadar kolay benzetmeyişler değil mi? Ancak, gözümüzün önünde insanların yani bizlerin koyunlar gibi yönlendirildiğini görüyoruz. Ve aynı zamanda yaşıyoruz bunları. Ne korkunç, ne çirkin görüntüler. Bir fabrikaya giriyor kamera. Seri tavuk üretimi, civcivler son sürat üretiliyor. Gagaları damgalanıyor, makinelere fırlatılıp son hız ilerletiliyorlar. O karmaşada kimi civcivin bacağı kırılıyor, kimi ezilerek ölüyor.
Her şey normal gibi gözüküyor. İnsanoğlundan normal bir şey beklemiyoruz zaten... Sonra vakit geçiyor ve bir metro istasyonuna doğru görüntü ilerliyor. İnsanlar tıpkı civcivler gibi sıra bekliyor. Aynı hızda ve aynı yoğunlukta. İnsanlar, hızlı görüntülerle tıpkı civcivlerin durumundalar sanki. Sonra metro geliyor ve o karmaşada insanlar birbirlerini itekliyorlar. Tıpkı civcivleri fırlattıkları gibi insanlar da kendilerini metroya fırlatıyorlar. Ya da birileri bunu yapmaya mecbur bırakıyor insanları. Teknolojinin tutsağı oluyor insan. Modern dünya insanı bitiriyor sanki.
Temiz ortamlardaki ibadetlerden, karmaşık teknolojiye geçiyor insan. Modernleşmeyle her şey bozuluyor. Yapılar ve insanlar. Çevre zarar görüyor bundan. Yaşlı kabile reisi kızıyor bu duruma. Yüzüne doğru kamera ilişiyor. Sert bir bakışı var; donuk ve öfkeli. Ses çıkartmadan kızıyor, bu her şeyi anlamaya yetiyor.
Yüzyıllardır acı var yeryüzünde. Dünya acı demek. Var olduğu sürece onunla dolaştı. Evet; toplama kampları, yetim kalmış çocuklar, sokakta yaşayan evsizler.. Çocuk yüzü kadar masum kamera. Kabile çocuklarını çekiyor. Tertemiz, boyanmış yüzler. Çocuklar her şeyden haberdar gibi. Vahşice vurulan tokatlardan, kesilen ağaçlardan, öldürülen insanlardan, gelişen teknolojiden. Galiba her şeyi biliyorlar ama çocukluk işte... Anlatmamak daha iyi galiba.
Çöplükte umut arayan insanlar
Hindistanlı insanlar sığırların, köpeklerin ezdiği çöplükte umut arıyorlar. Ellerine geçen ise beslenmek için pis artıklar. Toplayabildikleri yiyeceklerini poşetlere tıkıştırıyorlar. Hayatta kalmak için yemek zorundalar. Bu sahneler düşündürüyor izleyiciyi. İsraf.. Yabancılaşmadığımız kelime. Keşke sadece ona yabancılaşabilsek.
Yokluğun, kalabalık içinde yalnızlığın, saflığın, kirlenmişliğin ve modern dünyada insan yaşamına dair farklı bakış açılarıyla önümüze düşündürücü görüntüler seren bu belgesel eminim ki izlendiğinde çıkarılacak dersler ve alınacak notlara sebep olacaktır.
Ramazan Sercan Somuncu
Kaydol:
Yorumlar (Atom)