21 Ocak 2010 Perşembe

Yaşam Kitabevi








İstanbul'da buram buram kalite kokan bir sahaftayız şimdi de. İstiklal caddesinde yürümeyi göze aldıran bir yer. Bir demli çay için gidilip, sıcacık muhabbetle geri dönülen, kitabı ve kitapçıyı sevdiren bir yer; Yaşam Kitabevi.

Galatasaray Lisesini bilirsiniz. Hemen karşısındaki caddenin sağında, Aslıhan Pasajı vardır. Oradan içeri girersiniz ve giriş katta üçüncü yada dördüncü dükkanı görürsünüz. Önünde oyuncukların yığıldığı, hoş bir tabelayla karşılar sizi, Yaşam Kitabevi. Tabelanın size gösterdiği sıcak alakayı içeride daha net hissedebilmek için, o eşikten adım atmanız gerekir. Dikkat edin, doğu yada Yunan müziğiyle başbaşa kalabilirsiniz. Kötülüğünden değil ziyadesiyle iyiliğinden bu. Kimi zaman iç yakan, kimi zaman coşturup eğlenen müziklerin çaldığı yer olarakta bilinir, Yaşam Kitabevi. Müzik narkozuyla birlikte, bir müddet kitaplara odaklanamaz duruma gelebilirsiniz. Doğaldır, mazur görülebilir. Aman sakın, ben şu kitabı istiyorum, var mı diye sormayın ilkin. Bekleyin biraz. Tabureyi kendinize çekip oturun, dakikalarca. Oturun, korkmayın. Kimse size orada neden oturduğunuzu sormaz. Yanlış anlamayın, sorumsuz olduklarından değil, okuyucuyu kısıtlamamalarından gelir bu huy. İki kişi vardır orada. Ahmet ağabey ve Onur ağabey. İkiside cana yakın, samimi insanlar. Oldukça da gençler. Ahmet ağabey, genelde muhabbeti seven, şakalaşma ve samimiyetiyle anında insanları kendisine çeken biri. Sık sık dile getirdiği şekilde, hasretiyle prangalar eskiten, parayı fazla önemsemeyen biri. Ayrıca dükkanın sahibi. Onur ağabey ise, orada çalışan, entellektüel duruşuyla göze çarpan biri. Şiir gibi diliyle, sizi farklı alanlarda sürükleyen, kafa karışıklığında sorularınızı cevaplayabilen, okuyan eden, yazan, düşünen bir ağabeyimiz. Çok değişik sahalarda(kitap konusunda) gezinmiş olmasından mütevellit oldukça donanımlı biri.

Bende bu değerli ağabeyleri ve kitabevini tanıtmanın faydalı olacağını düşündüm. Tanıtırken de öyle üstün körü değil, gidip tekrar bir havasını alayım diye orayada uğradım. Öyle bir kaç laf etmişken, birazda soru sorayım dedim, site için. Hava epey karardığı için pek bir şey konuşamadık ama daha kapsamlı bir röportajla inşallah tekrar bir arada oluruz.

Bu işle hemhal olmasaydınız da, normal bir okuyucu olsaydınız, nasıl bir sahaf özlemiyle tutuşurdunuz?

Her şeyden evvel Borges bir okur olduğunu söylediğinde kendimi ona öylesine yakın duyuyorum ki... Sahafların tutması gereken yol bu işte. İyi okur olmak en başta gelir. Bu gelen okurla iyi bir diyalog için de elzem. Okurun vurulduğu şey bu... Biz sahafların da onlarda harekete geçirmek istediğimiz şey sevme yeteneği... İhtiyaçlarını zamanla değişir bulduklarında bu çoğunlukla onların elinde olmaz. Birdenbire daha fazla yazar ve kitabı gündemlerine almış olurlar. Bu iki taraf açısından da muhteşemdir. Ve o zaman Neruda'nın pırıltılı teşekkür ederim'i gelir yetişir... O zaman anlarız ki, okumak başka bir şeydir.

Yazmak ve okumak diye soralım hocam o halde? Okuyan ve özellikle yazan kardeşlerimize yönelik bir tavsiyeniz kısaca var mıdır?

Bir arap şeyhinin kitaplarından ayrılmak istemediği için onları develerine yükleyip beraberinde götürdüğünü duyduğumuzda bu bizi tatlı tatlı gülümsetir. Bu kitapların yazarı olmak hevesi de belirebilir ufukta... Yalnız okuduğundan daha fazla konuşan ve yazan kimselerin iyi edebiyata zararları hudutsuz...Bunu telkin eden cesaretlendirmelerden yana olmamak lüzum eder... Kendisini tanımasının en emin yollarından biri olduğu gibi bu kitap serüveni kendisini yitirmesine de yol açabilir..Olumlu ya da olumsuz anlamda..

Peki hocam, gün içerisinde ilginç okuyucular ve olaylarla karşılaşıyor musunuz? Hangi tip okuyucuyla daha iyi iletişim kuruyorsunuz?

Yeni kitap satın almaktansa iyi kitap almayı prensip edinmiş olanlarla daha iyi anlaşabiliyoruz... Geçenlerde o bir tek kitabı, aklındaki o bir tek kitabı satın almak için bir tam gün çalışıp da, çalışmasına karşılık aldığı parayı, o kitaba yatırmak isteyen biri sahafa gelmişti... Bu istek insanı kuvvetlendiriyor, insanın tükenmediğine inandırabiliyor...

Sevdiğiniz şairler kimlerdir? Yada şöyle sorayım sizin sevdiğiniz şairler hakkında konuşmak isteyen bir okuyucu olunca neler hissediyorsunuz?

Beni sevindiren, yüreğime hora teptiren şeylerden biri de, benim sevdiğim o şairler ve yazarların peşine düşmüş kişileri görmem ve onlarla muhabbet etmem. İçlerinden biri İsmet Özel peşinde ve ondan şiirler devşirmiş de gelmiş söyleyiveriyor dokununca... Bir başkası Aragon'dan ayrılmaz olmuş... Mayakovski ve Sezai Karakoç sevdalısı da var... Bunlar güzel şeyler, bizi sevindiren -yüreğimizi yerinden sökecek demiyelim de- en azından kımıldatmaya sebep olacak şeyler...

Benim için bekliyorsunuz, fazla rahatsız etmeyeyim hocam. Evinize gideceksiniz. Son kez, feraghi(..) ve dunyabizim.com okurları için söylemek istediğiniz bir şeyler varsa mutlu oluruz?

Benim tavsiye babında söyleyebileceğim şey, her düşünceye karşı hoşgörülü olunmasıdır... Çünkü hoşgörü, birçok şeyin kapısını açar. Tıpkı Cemil Meriç'in tavsiye ettiği, hatta haykırdığı hoşgörü. Zira bunu başarabilirsek, arkası gelir. Ayrıca, bizi ziyaret etmek isteyen, çayımızı yudumlayıp, bir çift kelam etmek isteyen bütün arkadaşlarımıza kapımız açık... Lütfen çekinmesinler. Hatta, feraghi(..) ve dunyabizim.com aracılığıyla geldiklerini söyleyip bir de simit hakkı kazanabilirler.

teşekkür ederiz...

R. Sercan Somuncu

9 Ocak 2010 Cumartesi

Hayatın görünmeyen yüzü






Yirmi dört ülkeden kareler içeren ve beş yılda tamamlanan belgesel hayatın görmediğimiz yüzünü açığa çıkartıyor..

Baraka, 92 yapımı bir belgesel. 24 farklı ülkeden çekilmiş görüntülerden oluşan yapım; Çin'den Kamboçya'ya, Türkiye'den Ekvator'a uzanan bir yelpaze, şeklinde.

Tamamlanması, beş yıl almış. Görüntü ve müzikleriyle göze çarpan, ufuk açıcı bir belgesel. Yönetmenliğini, Amerikalı Ron Fricke'nin yaptığı belgeselde pek diyalog yok. Daha çok çeşitli bölgelerdeki doğal güzellikleri, ibadethaneleri-ibadetleri, insan ve çocuk yüzlerini, acıyı, sefaleti, temizi, kirliyi, açlığı vb. görüntü ve sesin ustalıkla harmanlamasıyla gözümüze iliştirmiş.

Meğer Kümes hayvanları gibiymişiz


İnsanlar koyun değil. Evet, kesinlikle değil. Civciv hiç değil. Ne kadar kolay benzetmeyişler değil mi? Ancak, gözümüzün önünde insanların yani bizlerin koyunlar gibi yönlendirildiğini görüyoruz. Ve aynı zamanda yaşıyoruz bunları. Ne korkunç, ne çirkin görüntüler. Bir fabrikaya giriyor kamera. Seri tavuk üretimi, civcivler son sürat üretiliyor. Gagaları damgalanıyor, makinelere fırlatılıp son hız ilerletiliyorlar. O karmaşada kimi civcivin bacağı kırılıyor, kimi ezilerek ölüyor.

Her şey normal gibi gözüküyor. İnsanoğlundan normal bir şey beklemiyoruz zaten... Sonra vakit geçiyor ve bir metro istasyonuna doğru görüntü ilerliyor. İnsanlar tıpkı civcivler gibi sıra bekliyor. Aynı hızda ve aynı yoğunlukta. İnsanlar, hızlı görüntülerle tıpkı civcivlerin durumundalar sanki. Sonra metro geliyor ve o karmaşada insanlar birbirlerini itekliyorlar. Tıpkı civcivleri fırlattıkları gibi insanlar da kendilerini metroya fırlatıyorlar. Ya da birileri bunu yapmaya mecbur bırakıyor insanları. Teknolojinin tutsağı oluyor insan. Modern dünya insanı bitiriyor sanki.

Temiz ortamlardaki ibadetlerden, karmaşık teknolojiye geçiyor insan. Modernleşmeyle her şey bozuluyor. Yapılar ve insanlar. Çevre zarar görüyor bundan. Yaşlı kabile reisi kızıyor bu duruma. Yüzüne doğru kamera ilişiyor. Sert bir bakışı var; donuk ve öfkeli. Ses çıkartmadan kızıyor, bu her şeyi anlamaya yetiyor.

Yüzyıllardır acı var yeryüzünde. Dünya acı demek. Var olduğu sürece onunla dolaştı. Evet; toplama kampları, yetim kalmış çocuklar, sokakta yaşayan evsizler.. Çocuk yüzü kadar masum kamera. Kabile çocuklarını çekiyor. Tertemiz, boyanmış yüzler. Çocuklar her şeyden haberdar gibi. Vahşice vurulan tokatlardan, kesilen ağaçlardan, öldürülen insanlardan, gelişen teknolojiden. Galiba her şeyi biliyorlar ama çocukluk işte... Anlatmamak daha iyi galiba.


Çöplükte umut arayan insanlar


Hindistanlı insanlar sığırların, köpeklerin ezdiği çöplükte umut arıyorlar. Ellerine geçen ise beslenmek için pis artıklar. Toplayabildikleri yiyeceklerini poşetlere tıkıştırıyorlar. Hayatta kalmak için yemek zorundalar. Bu sahneler düşündürüyor izleyiciyi. İsraf.. Yabancılaşmadığımız kelime. Keşke sadece ona yabancılaşabilsek.

Yokluğun, kalabalık içinde yalnızlığın, saflığın, kirlenmişliğin ve modern dünyada insan yaşamına dair farklı bakış açılarıyla önümüze düşündürücü görüntüler seren bu belgesel eminim ki izlendiğinde çıkarılacak dersler ve alınacak notlara sebep olacaktır.
Ramazan Sercan Somuncu