13 Aralık 2017 Çarşamba

SUHA ARIN SİNEMASININ TOPLUMSAL BELLEĞE KATKISI

  Ramazan Sercan Somuncu[1]
 
Giriş
İkinci kuşak Türk belgeselciliğinin en önemli ismi olan Suha Arın, birinci kuşaktan devraldığı kültür tarihini anlatma görevini kendine has üslubuyla zirveye taşımıştır. Hem kendinden önceki kuşağın mirasını yukarıya taşımış hem de kendinden sonrakiler için aşılması çok zor bir seviyeye getirmiştir. Zorluklarla geçen yaşamı boyunca 50’den fazla işe imza atan Arın, belgesel sinemaya şiiri ve edebiyatı sokan yönüyle de çok farklı bir yerde durmaktadır. İşindeki ciddiyeti, hem ön hazırlık hem de çekim aşamasında gösterdiği titiz tutumla uzun bir süre isminin anılmasına neden olmuş, herkes için belgesel sinema denildiğinde ismi anılmadan geçilmeyen bir durak olmuştur.  Eğitici filmlerle başladığı sinema kariyeri, ABD’de gördüğü eğitim ve sonrasında akademisyen olarak üretim içerisinde olmasıyla örnek bir kişilik ortaya çıkarmıştır. Çalışmamızda Suha Arın’ın Safranbolu’da Zaman filmi üzerinden belgesel sinema ve toplumsal bellek ilişkisi tartışılacak, Suha Arın’ı ekol olmaya götüren sebepler irdelenecektir.



MEB Öğrenci Filmler Merkezi
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi olduğu yıllarda, ODTÜ’de okuyan ağabeyi Süreyya Arın ile birlikte radyolara metin ve senaryolar yazan Suha Arın, MEB’nin teklifiyle ilk ve orta dereceli okullardaki öğrencilere, temel trafik kurallarını öğretmeyi amaçlayan bir eğitim filmi yazar. Çok beğenilen bu metinin çekimini de Suha Arın’a teklif ederler. Süreyya Arın’ın bu konuda isteksiz olması, Suha Arın’ın da çekim konusunda bilgisiz olması sebebiyle yapılan teklifi kabul etmezler. Gelen yoğun ısrar sonucu Suha Arın teklifi kabul eder.  Suha Arın’ın sektöre ilk adımı bu filmle olur ve film çok beğenilir.  Suha Arın bu dönemle ilgili şunları söyler:

“ Bu, benim ilk yönettiğim filmdi ve sene 1964’tü. Sonra, çok hoşuma gitti bu iş benim. Yani, gidiyoruz Kızılay Meydanı’na, kuruyoruz kameraları… Ohh millet çoluk çocuk toplanıyor etrafımıza. Yüzlerce, binlerce insan… Allah Allah! Bu ne kadar cazibeli bir şey diyorum ben. Ne kadar cezbediyor isnanları! Herkes Yeşilçam’a film çektiğimizi zannediyor. Bu yönü de cazip gelmişti. Yani popüler oluşu…” (Avcı Çölgeçen, 2006).

Daha sonra Başkent Ankara filmiyle Ankara’nın tarihini inceleyen 30 dakikalık bir filmi de aynı yıl Suha Arın üstlenir. Bu yapımlardan sonra MEB Öğrenci Filmler Merkezi’nde çalışmaya başlar. Amerika’nın Sesi radyosu için çalışmaya başlayan Süreyya Arın kardeşi Suha Arın’ı ABD’ye yanına çağırır. Burada televizyon ve sinema sektörünü okulundan öğrenerek, yeni kurulacak TRT için hazırlıklı olmasını ister. Bu çağrıya kulak veren Arın, 1965 yılında ABD’ye gider. Burada aldığı eğitimin yanında hem üniversite bünyesinde sektörü öğrenir hem de yeni bilgiler öğrenir. Bu onun “eğitim içinde üretim” kavramını geliştirmesine faydalı olur. ABD’de çektiği tek film Pride isimli zenci bir grubun belgeselidir.

ABD’de gösterdiği başarılar onun çok sayıda iş teklifi almasını sağlar. Ancak ülkesine dönmek gibi bir düşüncesi vardır. NBC kanalının yaptığı cazip teklifi reddeder.

“… Ben burslu okumadım. Kendi paramla okudum. Aslında vicdanen rahat olmam gerekir. Devlete karşı borcum yoktu, ama ilkokul, ortaokul ve lise eğitimini bana bu devlet, bu toplum sağlamıştı. Onun için bu topluma bir borcum vardı. Ayrıca eğitimimi bu toplum sağlamamış olsa bile, kültürel kimliğimi bu toplumda kazanmış bir kişi olarak, kendi insanıma karşı sorumluluk duyuyordum. Bu toplumun bireylerine bilgimi, birikimimi, deneyimimi aktarmak gerektiğine inanıyordum.”  (Avcı Çölgeçen, 2006: 68)




Anadolu Uygarlıklarından İzler
1973 yılında yurda dönen Suha Arın, bildiklerini gençlere aktarabilmek için Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okuluna başvurur. Kabul edilir. Güvenlik soruşturmasının uzaması üzerine başka işlere başvurur. TRT’de bunlardan biridir. TRT olumsuz cevap verir. Suha Arın sadece bildiklerini aktarmak istediğini, dolayısıyla kadro derecesinin önemli olmadığını söylese de, yetkilileri ikna edemez. Bu sırada yakın akrabası olan Çelik Gülersoy’la görüşür. TURİNG’in başında olan Gülersoy, kendisine belgesel film için iş teklifinde bulunur. Suha Arın, Hattiler’den Hititler’e belgeseli için kolları sıvar.
Anadolu uygarlıklarından izler başlığını taşıyacak çalışmanın ilk ayağını Hitit uygarlığı oluşturacaktır.  Suha Arın 1974 ilkbaharına kadar araştırmalarını sürdürür. Yazılı ve sözel kaynakları tarar. Belgeselinin ana omurgasını oluşturur.  Kameraman ve kamera bulması gerekmektedir.
“…genç, yapılı, uzun yıllar Almanya’da kameramanlık yapmış Tankut Arıkça’yla tanıştırdı beni. Almanya’dan Türkiye’ye yeni dönmüştü. Orada uzun yıllar işçi olarak çalışmış, kameramanlık da yapmış. Kameraya çok meraklıydı. Bir arie 35 getirmişti beraberinde. Full aksesuar şeklinde. Bütün mercekleri, filtreleri vardı. Bir iki konuşmadan sonra, bu işi çok iyi bildiği sonucuna vardım. Kendisiyle anlaştık. 1974 yılının ilkbaharında “Hattilerden Hititlere” adlı filme başladık. Zannediyorum aylardan mayıs’tı. Dört kişilik bir ekiptik. Kız kardeşim Sema’yı da yanıma aldım. O çekimlerin devamlılığını tutuyordu. Babamın evlatlık olarak aldığı Ayşe’yi ve kocası Murat Karadirek’i de yanıma aldım. Dört kişilik bir ekiptik. Çok zor koşullarda çekimi gerçekleştirebiliyorduk. ” (Avcı Çölgeçen, 2006: 83)
 
Bilimsellik kaygısı Suha Arın’ın çalışmalarında ön plana çıkmaktadır. Suha Arın, sanatı ve bilimi belgeselde dengelemek gerektiğini söylemektedir. Hattilerden Hititler belgeseli hem görüntü açısından hem de aktardığı yeni görüşler dolayısıyla önemlidir. Hitit isminin Tevrat’ta bu kavme “hit oğulları” denildiği için verildiğini ancak yazılı kaynakların çözüldükten sonra isimlerinin Hattiler olduğu anlaşılmaktadır. Yanlış olduğu bilinmesine rağmen Hititler ismi kullanıldığı için Suha Arın belgeselinin ismini “Hattilerden Hititler”e koyar ve bu bilgiyi belgeselinde verir.  30 dakikalık film tamamlandıktan sonra yapılan bir galayla gösterime girer. Çok beğeni toplayan filmden sonra Suha Arın’a bu dizinin devam filmlerini çekmesi teklif edilir.

Anadolu Uygarlıklarından izler dizisine ait belgesellerde insan unsuru neredeyse hiç görünmez. İnsan fiziki olmaktan çok felsefi olarak yer alır. Bsb 238 hakan aytekin bu durum Suha arın sinemasının temelini oluşturmaz. Nitekim hüseyin anka, camın teri, kırkbin adım gibi belgeseller insan faktörünün ön plana aldığı belgesellerdir.

Anadolu Uygarlıklarından izler dizisi çerçevesinde 1975 yılında Midas’ın Dünyası,  1977 yılında iki belgeseli Urartu’nun İki Mevsimi ve Likya’nın Sönmeyen Ateşi’ni  çeker.

Toplumsal Bellek ve Suha Arın Sineması
Öyle bir kültürün içinde yaşıyorum ki, bu kültür mitolojiyi kendine miras   edinmiş. Bu mitleri yıkmalı ve onları insani boyuta kavuşturup indirgemeliyim diyorum. Kültür mirasımla hesaplaşmam gerekiyor. Peri masallarını, kader düşüncesini kabul etmiyorum ben. Politik gerçekliğin içine mitolojiyi yerleştiriyorum. Böylelikle tarih farklı bir boyutta beliriyor. Tarihe insani bir boyut kazandırıyorum, çünkü tarihi insan yapar, mitoslar yapmaz.” Theodoros Angelopoulos

Belgesel, gerçeği aktarma çabasının yanında görsel bir hafıza olarak da önemli bir işleve sahiptir. Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözü her ne kadar bu telafisizlik ve boşu boşunalığı karamsarlıkla bize hatırlatsa da “vahşet ve soykırım kurbanlarının ve öldükleri yerlerin imgeleri, işlenen suçlara sosyolojik, duygusal ve eğitsel perspektiflerden tanıklık edebileceği gibi hukuki süreçlerde ve uluslarrası mahkemelerde de kanıt olarak da iş görebilir. Buna ek olarak, savaş, soykırım, insanlık suçları ve benzeri travmatik olayların ardından travmanın görsel olarak temsil edilmesi, kurbanların hatırlanması ve sağ kalanlarn olayın geride kaldığını hissedebilmesi açısından önemli bir araç olabilir”(Harakal, 2009:5). Unutulan kültürler, adetler, toplumların yaşadığı katliamlar, acılar belgesel sinemanın katkısıyla hatırlatılır, yeniden üretilir ve sürekli tekrarlanır. Bu açıdan belgesel sinemacı, toplum içerisinde aktarıcı ve hatırlatıcı vazifesi görmektedir.  İnsan hafızasız yaşayamaz. Çünkü kendisini var eden şey, bizzat yaşadıkları ve yaşadıklarından çıkardığı tecrübeler, derslerdir. Toplumlarda, geçmişte yaşadıklarından ders çıkarma konusunda aynı tecrübeleri yaşarlar. Her toplum dönem içinde ileri ya da geriye gider. Kıtlık, hastalıklar, savaşlar toplumların hafızasında travmalar yaratır. Bunların unutulmaması, toplum içinde yaşayan insanların birbirleriyle dayanışmasını arttırması açısından kilit rol üstlenir. Aynı şekilde sevinçlerin, güzelliklerin de unutulmaması, sürekli hatırlatılması gerekilir ki, toplumun akıl tutulması yaşadığı dönemlerde bunlarla tekrar ayağa kalkabilmesi mümkün olsun. Toplumsal bellek ve belgesel sinema ilişkisine değinildiğinde tarihsel süreç içinde toplumların başlarından geçmiş felaket hikâyeleri doğal olarak ayrı bir önem taşır. Hele ki mağdur olanın hikâyesi egemen söylem ve resmi tarih tarafından görmezden gelinmişse travmalar da öne çıkar. Belgeselcinin görevi ötekilerin sesi olarak travmatik durumlara da kamerasını çevirmektir (Susam, 2015: 171, 172). Belgesel sinemanın en önemli vazifesi bunları hatırlatması, gündemde tutmasıdır.

Suha Arın sinemasının toplumsal bellekle olan ilişkisi tarihle doğrudan bağlantılıdır. Suha Arın yitip giden değerlerin tekrar gün yüzüne çıkması, hala var olan değerleri de koruma çabasında olan bir sinemacıdır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Safranbolu’da Zaman filmini yok olmaya yüz tutmuş şehir için bir çığlık olarak nitelendirmektedir. Çocukluk anılarından yola çıkarak, Safranbolu’nun giderek yok olduğunu gören Arın, bu gidişi filmde sıkça vurgulamaktadır. “Ve, düşen damlalar gibi akıp geçen zaman, alıp götürdü birçok şeyi Safranbolu’dan. Zaman içinde yaratılmış, zaman içinde gurur duyularak üretilmiş, zaman içinde yaşanmış birçok şeyi. Kaybolup, geçmişte anı olarak değer kazanan bu birçok şey, ardında birçok da iz bıraktı: sıcak renkli eski bir ev, bir sokak ve bir hayat…”
Film, Cezmi Tahir Berktin’in Zaman şiirinin dizeleriyle başlar.
“Yoluma gül serperdi her gün eteklerinden
Gönlümün üzerinde bir tül duvaktı zaman
Sonra neden neşemin büktü bileklerinden
Neden beni yollarda böyle bıraktı zaman.
Yalvardım feryadımı duymadı sağır gibi,
Kalbi ne kadar sertti, tunç gibi, bakır gibi,
En güzel günlerimi çiçek koparır gibi
Birer birer koparıp, göğsüne taktı zaman.
Vazgeçmiştim, hayatın baharından yazından
“dur” dedim, anlamadı bir kalbin niyazından
Karanlık bir gecede, bir çeşmenin ağzından
Düşen damlalar gibi durmadan aktı zaman.”

Safranbolu’da Zaman filmi, sadece konusu, yaklaşım biçimi ve sinematografisiyle değil, peşine düştüğü bazı kavramlarla da dikkati çeker. Suha Arın, o güne dek, pek farkında olduğumuzu söyleyemeyeceğimiz iki kavramı filmine taşır: “kültür mirası” ve “çevre korunması”. 1976 yılı gibi, oldukça erken bir tarihte, bu iki kavramı kullanarak bir tartışma zemini yaratması nedeniyle de bu film, öncü bir film sıfatını hak etmektedir. Aradan geçen zaman içinde uygulanan koruma politikalarıyla geleneksel bir kent neredeyse bütünüyle geleceğe taşınabilmiştir. (Aytekin, 2008: 251)
Suha Arın, Safranbolu’da zaman filminde amaçladığı şeyleri şöyle sıralar;
1- Kaybolup gitmekte olan geleneksel Türk mimari değerlerini belgelemek.
2- Bu filmi izleyen kişileri etkileyerek, tarihi eserlere karşı daha duyarlı davranmalarını sağlamak.
3- Yetkilileri uyarmak, hiç değilse birkaç evin kurtarılarak, müze haline getirilmesini sağlamak.
4- Sanatsal açıdan belgesel film türünde yepyeni bir anlayış ve anlatım getirmek. (Avcı Çölgeçen, 2006: 126,127)

Bu belgeselde ülke sınırlarında daha önceden denenmemiş bazı teknik hareketler de yapılır. Duvardan duvara şaryolar kurulur, evlerin arasındaki bahçe duvarlarının altına özel kuleler yapılır. Kameranın uzun kaydırma hareketleri yapabilmesi için, on sekiz metre uzunluğunda raylar kullanılır. İç mekanların aydınlatılmasında, 10.5 KW’lık ışık kaynaklarından yararlanılır.

Suha Arın, belgeselinde kullandığı üslup ve teknikle önemli bir belgesel ortaya çıkarır. Filmin galasına dönemin başbakanı Bülent Ecevit dahil birçok siyasi ve önemli insan gelir. Sonraki süreçte film TRT’de yayınlanır. Safranbolu ilinde virane evler, terk edilmiş konaklar gösterilir. Her evin mimari dokusu özenli kamera hareketleriyle vurgulanır. Suha Arın, Safranbolu’nun hikâyelerine de yaslanır belgeselinde. Her hikaye, eskiden konaklarda yaşamış insanların hayatlarıyla birleştirilir. Böylece, yıllar geçse de silinmeyecek bir miras belgesel sinemayla kazandırılmış olunur.

Sonuç
Suha Arın’ı “taş toprak belgeselcisi” diyecek kadar tarihe yaslayan sebepleri araştırdığımızda, toplumların hafızalarının çok çabuk yitirdiğini görmekteyiz. Bu doğrultuda mirası koruma ve aktarma konusunda kendisini sorumlu hisseden Suha Arın, bunu belgesel sinemayla çok etkili bir şekilde vermiştir. Kendisinden sonra Hakan Aytekin, Hasan Özgen, Enis Rıza gibi yönetmenlerin belgesel sinemada onun tarzını devam ettirdikleri görülmektedir. Kültür işçisi terimini sonuna kadar hak eden Suha Arın,  çektiği çok sayıda filmle kendi anlatım tarzını çok yüksek bir seviyeye yükseltmiş, aşılması güç bir dili yakalamıştır.
Mimar Sinan ve Topkapı Sarayı hakkında çektiği belgeseller hala bu alanda aşılamamış belgesellerindendir. Nihayetinde, Türkiye’de belgesel sinema denilince adı anılmadan geçilmeyecek, en büyük yönetmenlerden biridir Suha Arın.

Kaynakça
AVCI ÇÖLGEÇEN, B.(2006). Yaşamı ve Belgeselleriyle Suha Arın. Konya: Tablet Yayınları.
Aytekin, H. (2008). Suha Arın Sinemasında İnsan, Mekan, Zaman. Belgesel İstanbul: Belgesel Sinemacılar Birliği.
Susam, A. (2015). Toplumsal Bellek ve Sinema. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

[1] Giresun Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema – Tv Öğrencisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder