Ramazan Sercan Somuncu[1]
Giriş
İkinci kuşak Türk belgeselciliğinin en önemli ismi olan Suha Arın,
birinci kuşaktan devraldığı kültür tarihini anlatma görevini kendine has
üslubuyla zirveye taşımıştır. Hem kendinden önceki kuşağın mirasını
yukarıya taşımış hem de kendinden sonrakiler için aşılması çok zor bir
seviyeye getirmiştir. Zorluklarla geçen yaşamı boyunca 50’den fazla işe
imza atan Arın, belgesel sinemaya şiiri ve edebiyatı sokan yönüyle de
çok farklı bir yerde durmaktadır. İşindeki ciddiyeti, hem ön hazırlık
hem de çekim aşamasında gösterdiği titiz tutumla uzun bir süre isminin
anılmasına neden olmuş, herkes için belgesel sinema denildiğinde ismi
anılmadan geçilmeyen bir durak olmuştur. Eğitici filmlerle başladığı
sinema kariyeri, ABD’de gördüğü eğitim ve sonrasında akademisyen olarak
üretim içerisinde olmasıyla örnek bir kişilik ortaya çıkarmıştır.
Çalışmamızda Suha Arın’ın Safranbolu’da Zaman filmi üzerinden belgesel
sinema ve toplumsal bellek ilişkisi tartışılacak, Suha Arın’ı ekol
olmaya götüren sebepler irdelenecektir.
MEB Öğrenci Filmler Merkezi
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi olduğu yıllarda,
ODTÜ’de okuyan ağabeyi Süreyya Arın ile birlikte radyolara metin ve
senaryolar yazan Suha Arın, MEB’nin teklifiyle ilk ve orta dereceli
okullardaki öğrencilere, temel trafik kurallarını öğretmeyi amaçlayan
bir eğitim filmi yazar. Çok beğenilen bu metinin çekimini de Suha Arın’a
teklif ederler. Süreyya Arın’ın bu konuda isteksiz olması, Suha Arın’ın
da çekim konusunda bilgisiz olması sebebiyle yapılan teklifi kabul
etmezler. Gelen yoğun ısrar sonucu Suha Arın teklifi kabul eder. Suha
Arın’ın sektöre ilk adımı bu filmle olur ve film çok beğenilir. Suha
Arın bu dönemle ilgili şunları söyler:
“ Bu, benim ilk yönettiğim filmdi ve sene 1964’tü. Sonra, çok
hoşuma gitti bu iş benim. Yani, gidiyoruz Kızılay Meydanı’na, kuruyoruz
kameraları… Ohh millet çoluk çocuk toplanıyor etrafımıza.
Yüzlerce, binlerce insan… Allah Allah! Bu ne kadar cazibeli bir şey
diyorum ben. Ne kadar cezbediyor isnanları! Herkes Yeşilçam’a film
çektiğimizi zannediyor. Bu yönü de cazip gelmişti. Yani popüler oluşu…” (Avcı Çölgeçen, 2006).
Daha sonra Başkent Ankara filmiyle Ankara’nın tarihini inceleyen 30
dakikalık bir filmi de aynı yıl Suha Arın üstlenir. Bu yapımlardan sonra
MEB Öğrenci Filmler Merkezi’nde çalışmaya başlar. Amerika’nın Sesi
radyosu için çalışmaya başlayan Süreyya Arın kardeşi Suha Arın’ı ABD’ye
yanına çağırır. Burada televizyon ve sinema sektörünü okulundan
öğrenerek, yeni kurulacak TRT için hazırlıklı olmasını ister. Bu çağrıya
kulak veren Arın, 1965 yılında ABD’ye gider. Burada aldığı eğitimin
yanında hem üniversite bünyesinde sektörü öğrenir hem de yeni bilgiler
öğrenir. Bu onun “eğitim içinde üretim” kavramını geliştirmesine faydalı
olur. ABD’de çektiği tek film Pride isimli zenci bir grubun
belgeselidir.
ABD’de gösterdiği başarılar onun çok sayıda iş teklifi almasını
sağlar. Ancak ülkesine dönmek gibi bir düşüncesi vardır. NBC kanalının
yaptığı cazip teklifi reddeder.
“… Ben burslu okumadım. Kendi paramla okudum. Aslında vicdanen
rahat olmam gerekir. Devlete karşı borcum yoktu, ama ilkokul, ortaokul
ve lise eğitimini bana bu devlet, bu toplum sağlamıştı. Onun için bu
topluma bir borcum vardı. Ayrıca eğitimimi bu toplum sağlamamış
olsa bile, kültürel kimliğimi bu toplumda kazanmış bir kişi olarak,
kendi insanıma karşı sorumluluk duyuyordum. Bu toplumun bireylerine
bilgimi, birikimimi, deneyimimi aktarmak gerektiğine inanıyordum.” (Avcı Çölgeçen, 2006: 68)
Anadolu Uygarlıklarından İzler
1973 yılında yurda dönen Suha Arın, bildiklerini gençlere
aktarabilmek için Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okuluna
başvurur. Kabul edilir. Güvenlik soruşturmasının uzaması üzerine başka
işlere başvurur. TRT’de bunlardan biridir. TRT olumsuz cevap verir. Suha
Arın sadece bildiklerini aktarmak istediğini, dolayısıyla kadro
derecesinin önemli olmadığını söylese de, yetkilileri ikna edemez. Bu
sırada yakın akrabası olan Çelik Gülersoy’la görüşür. TURİNG’in başında
olan Gülersoy, kendisine belgesel film için iş teklifinde bulunur. Suha
Arın, Hattiler’den Hititler’e belgeseli için kolları sıvar.
Anadolu uygarlıklarından izler başlığını taşıyacak çalışmanın ilk
ayağını Hitit uygarlığı oluşturacaktır. Suha Arın 1974 ilkbaharına
kadar araştırmalarını sürdürür. Yazılı ve sözel kaynakları tarar.
Belgeselinin ana omurgasını oluşturur. Kameraman ve kamera bulması
gerekmektedir.
“…genç, yapılı, uzun yıllar Almanya’da kameramanlık yapmış Tankut
Arıkça’yla tanıştırdı beni. Almanya’dan Türkiye’ye yeni dönmüştü. Orada
uzun yıllar işçi olarak çalışmış, kameramanlık da yapmış. Kameraya çok
meraklıydı. Bir arie 35 getirmişti beraberinde. Full aksesuar şeklinde.
Bütün mercekleri, filtreleri vardı. Bir iki konuşmadan sonra, bu işi çok
iyi bildiği sonucuna vardım. Kendisiyle anlaştık. 1974 yılının
ilkbaharında “Hattilerden Hititlere” adlı filme başladık. Zannediyorum
aylardan mayıs’tı. Dört kişilik bir ekiptik. Kız kardeşim Sema’yı da
yanıma aldım. O çekimlerin devamlılığını tutuyordu. Babamın evlatlık
olarak aldığı Ayşe’yi ve kocası Murat Karadirek’i de yanıma aldım. Dört
kişilik bir ekiptik. Çok zor koşullarda çekimi gerçekleştirebiliyorduk. ”
(Avcı Çölgeçen, 2006: 83)
Bilimsellik kaygısı Suha Arın’ın çalışmalarında ön plana çıkmaktadır.
Suha Arın, sanatı ve bilimi belgeselde dengelemek gerektiğini
söylemektedir. Hattilerden Hititler belgeseli hem görüntü açısından hem
de aktardığı yeni görüşler dolayısıyla önemlidir. Hitit isminin
Tevrat’ta bu kavme “hit oğulları” denildiği için verildiğini ancak
yazılı kaynakların çözüldükten sonra isimlerinin Hattiler olduğu
anlaşılmaktadır. Yanlış olduğu bilinmesine rağmen Hititler ismi
kullanıldığı için Suha Arın belgeselinin ismini “Hattilerden Hititler”e
koyar ve bu bilgiyi belgeselinde verir. 30 dakikalık film
tamamlandıktan sonra yapılan bir galayla gösterime girer. Çok beğeni
toplayan filmden sonra Suha Arın’a bu dizinin devam filmlerini çekmesi
teklif edilir.
Anadolu Uygarlıklarından izler dizisine ait belgesellerde insan
unsuru neredeyse hiç görünmez. İnsan fiziki olmaktan çok felsefi olarak
yer alır. Bsb 238 hakan aytekin bu durum Suha arın sinemasının temelini
oluşturmaz. Nitekim hüseyin anka, camın teri, kırkbin adım gibi
belgeseller insan faktörünün ön plana aldığı belgesellerdir.
Anadolu Uygarlıklarından izler dizisi çerçevesinde 1975 yılında
Midas’ın Dünyası, 1977 yılında iki belgeseli Urartu’nun İki Mevsimi ve
Likya’nın Sönmeyen Ateşi’ni çeker.
Toplumsal Bellek ve Suha Arın Sineması
“Öyle bir kültürün içinde yaşıyorum ki, bu kültür mitolojiyi
kendine miras edinmiş. Bu mitleri yıkmalı ve onları insani boyuta
kavuşturup indirgemeliyim diyorum. Kültür mirasımla hesaplaşmam
gerekiyor. Peri masallarını, kader düşüncesini kabul etmiyorum ben.
Politik gerçekliğin içine mitolojiyi yerleştiriyorum. Böylelikle tarih
farklı bir boyutta beliriyor. Tarihe insani bir boyut kazandırıyorum,
çünkü tarihi insan yapar, mitoslar yapmaz.” Theodoros Angelopoulos
Belgesel, gerçeği aktarma çabasının yanında görsel bir hafıza olarak
da önemli bir işleve sahiptir. Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir
yazmak barbarlıktır” sözü her ne kadar bu telafisizlik ve boşu
boşunalığı karamsarlıkla bize hatırlatsa da “vahşet ve soykırım
kurbanlarının ve öldükleri yerlerin imgeleri, işlenen suçlara
sosyolojik, duygusal ve eğitsel perspektiflerden tanıklık edebileceği
gibi hukuki süreçlerde ve uluslarrası mahkemelerde de kanıt olarak da iş
görebilir. Buna ek olarak, savaş, soykırım, insanlık suçları ve benzeri
travmatik olayların ardından travmanın görsel olarak temsil edilmesi,
kurbanların hatırlanması ve sağ kalanlarn olayın geride kaldığını
hissedebilmesi açısından önemli bir araç olabilir”(Harakal, 2009:5).
Unutulan kültürler, adetler, toplumların yaşadığı katliamlar, acılar
belgesel sinemanın katkısıyla hatırlatılır, yeniden üretilir ve sürekli
tekrarlanır. Bu açıdan belgesel sinemacı, toplum içerisinde aktarıcı ve
hatırlatıcı vazifesi görmektedir. İnsan hafızasız yaşayamaz. Çünkü
kendisini var eden şey, bizzat yaşadıkları ve yaşadıklarından çıkardığı
tecrübeler, derslerdir. Toplumlarda, geçmişte yaşadıklarından ders
çıkarma konusunda aynı tecrübeleri yaşarlar. Her toplum dönem içinde
ileri ya da geriye gider. Kıtlık, hastalıklar, savaşlar toplumların
hafızasında travmalar yaratır. Bunların unutulmaması, toplum içinde
yaşayan insanların birbirleriyle dayanışmasını arttırması açısından
kilit rol üstlenir. Aynı şekilde sevinçlerin, güzelliklerin de
unutulmaması, sürekli hatırlatılması gerekilir ki, toplumun akıl
tutulması yaşadığı dönemlerde bunlarla tekrar ayağa kalkabilmesi mümkün
olsun. Toplumsal bellek ve belgesel sinema ilişkisine değinildiğinde
tarihsel süreç içinde toplumların başlarından geçmiş felaket hikâyeleri
doğal olarak ayrı bir önem taşır. Hele ki mağdur olanın hikâyesi egemen
söylem ve resmi tarih tarafından görmezden gelinmişse travmalar da öne
çıkar. Belgeselcinin görevi ötekilerin sesi olarak travmatik durumlara
da kamerasını çevirmektir (Susam, 2015: 171, 172). Belgesel sinemanın en
önemli vazifesi bunları hatırlatması, gündemde tutmasıdır.
Suha Arın sinemasının toplumsal bellekle olan ilişkisi tarihle
doğrudan bağlantılıdır. Suha Arın yitip giden değerlerin tekrar gün
yüzüne çıkması, hala var olan değerleri de koruma çabasında olan bir
sinemacıdır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Safranbolu’da Zaman filmini
yok olmaya yüz tutmuş şehir için bir çığlık olarak nitelendirmektedir.
Çocukluk anılarından yola çıkarak, Safranbolu’nun giderek yok olduğunu
gören Arın, bu gidişi filmde sıkça vurgulamaktadır. “Ve, düşen damlalar
gibi akıp geçen zaman, alıp götürdü birçok şeyi Safranbolu’dan. Zaman
içinde yaratılmış, zaman içinde gurur duyularak üretilmiş, zaman içinde
yaşanmış birçok şeyi. Kaybolup, geçmişte anı olarak değer kazanan bu
birçok şey, ardında birçok da iz bıraktı: sıcak renkli eski bir ev, bir
sokak ve bir hayat…”
Film, Cezmi Tahir Berktin’in Zaman şiirinin dizeleriyle başlar.
“Yoluma gül serperdi her gün eteklerinden
Gönlümün üzerinde bir tül duvaktı zaman
Sonra neden neşemin büktü bileklerinden
Neden beni yollarda böyle bıraktı zaman.
Yalvardım feryadımı duymadı sağır gibi,
Kalbi ne kadar sertti, tunç gibi, bakır gibi,
En güzel günlerimi çiçek koparır gibi
Birer birer koparıp, göğsüne taktı zaman.
Vazgeçmiştim, hayatın baharından yazından
“dur” dedim, anlamadı bir kalbin niyazından
Karanlık bir gecede, bir çeşmenin ağzından
Düşen damlalar gibi durmadan aktı zaman.”
Safranbolu’da Zaman filmi, sadece konusu, yaklaşım biçimi ve
sinematografisiyle değil, peşine düştüğü bazı kavramlarla da dikkati
çeker. Suha Arın, o güne dek, pek farkında olduğumuzu söyleyemeyeceğimiz
iki kavramı filmine taşır: “kültür mirası” ve “çevre korunması”. 1976
yılı gibi, oldukça erken bir tarihte, bu iki kavramı kullanarak bir
tartışma zemini yaratması nedeniyle de bu film, öncü bir film sıfatını
hak etmektedir. Aradan geçen zaman içinde uygulanan koruma
politikalarıyla geleneksel bir kent neredeyse bütünüyle geleceğe
taşınabilmiştir. (Aytekin, 2008: 251)
Suha Arın, Safranbolu’da zaman filminde amaçladığı şeyleri şöyle sıralar;
1- Kaybolup gitmekte olan geleneksel Türk mimari değerlerini belgelemek.
2- Bu filmi izleyen kişileri etkileyerek, tarihi eserlere karşı daha duyarlı davranmalarını sağlamak.
3- Yetkilileri uyarmak, hiç değilse birkaç evin kurtarılarak, müze haline getirilmesini sağlamak.
4- Sanatsal açıdan belgesel film türünde yepyeni bir anlayış ve anlatım getirmek. (Avcı Çölgeçen, 2006: 126,127)
Bu belgeselde ülke sınırlarında daha önceden denenmemiş bazı teknik
hareketler de yapılır. Duvardan duvara şaryolar kurulur, evlerin
arasındaki bahçe duvarlarının altına özel kuleler yapılır. Kameranın
uzun kaydırma hareketleri yapabilmesi için, on sekiz metre uzunluğunda
raylar kullanılır. İç mekanların aydınlatılmasında, 10.5 KW’lık ışık
kaynaklarından yararlanılır.
Suha Arın, belgeselinde kullandığı üslup ve teknikle önemli bir
belgesel ortaya çıkarır. Filmin galasına dönemin başbakanı Bülent Ecevit
dahil birçok siyasi ve önemli insan gelir. Sonraki süreçte film TRT’de
yayınlanır. Safranbolu ilinde virane evler, terk edilmiş konaklar
gösterilir. Her evin mimari dokusu özenli kamera hareketleriyle
vurgulanır. Suha Arın, Safranbolu’nun hikâyelerine de yaslanır
belgeselinde. Her hikaye, eskiden konaklarda yaşamış insanların
hayatlarıyla birleştirilir. Böylece, yıllar geçse de silinmeyecek bir
miras belgesel sinemayla kazandırılmış olunur.
Sonuç
Suha Arın’ı “taş toprak belgeselcisi” diyecek kadar tarihe yaslayan
sebepleri araştırdığımızda, toplumların hafızalarının çok çabuk
yitirdiğini görmekteyiz. Bu doğrultuda mirası koruma ve aktarma
konusunda kendisini sorumlu hisseden Suha Arın, bunu belgesel sinemayla
çok etkili bir şekilde vermiştir. Kendisinden sonra Hakan Aytekin, Hasan
Özgen, Enis Rıza gibi yönetmenlerin belgesel sinemada onun tarzını
devam ettirdikleri görülmektedir. Kültür işçisi terimini sonuna kadar
hak eden Suha Arın, çektiği çok sayıda filmle kendi anlatım tarzını çok
yüksek bir seviyeye yükseltmiş, aşılması güç bir dili yakalamıştır.
Mimar Sinan ve Topkapı Sarayı hakkında çektiği belgeseller hala bu
alanda aşılamamış belgesellerindendir. Nihayetinde, Türkiye’de belgesel
sinema denilince adı anılmadan geçilmeyecek, en büyük yönetmenlerden
biridir Suha Arın.
Kaynakça
AVCI ÇÖLGEÇEN, B.(2006). Yaşamı ve Belgeselleriyle Suha Arın. Konya: Tablet Yayınları.
Aytekin, H. (2008). Suha Arın Sinemasında İnsan, Mekan, Zaman. Belgesel İstanbul: Belgesel Sinemacılar Birliği.
Susam, A. (2015). Toplumsal Bellek ve Sinema. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[1] Giresun Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema – Tv Öğrencisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder