30 Ağustos 2009 Pazar

Yaşamak!


“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine”


Kardeşçe yaşamak; tek bir dünyada başarmaya çalıştığımız, ancak beceremediğimiz hayal ötesi bir söz.

Ne de güzel söylemiş Nazım hayalini değil mi?

İnsan, nankördür. İsyan edendir. Herkesin farklı farklı fikirleri vardır. Ardına sakladığı gerçek isteğini, farklı maskelerle sunmayı sever. Ancak bu maskelerin ardında, delice hayalini kurduğu arzuları vardır.

Dikkat ediyorum. Her insan evladının savunduğu fikirlerin ardında, hep rahat etme, mutlu olma isteği var. Bunun içindir ki, çektiği bunca sıkıntılara katlanıyor. Katlanmaya çaba sarfediyor. Kimi zaman yıkıp, döküyor. Ne için? Mutluluk!

İnsan kırıp dökmeyi bile, mutluluk, huzur, özgürlük vs. için yapıyorsa işin içinde bir sorun vardır.


Dünya üzerinde meydana gelen savaşlar, soykırımlar, karşılıklı sürtüşmeler ne için oluyor sizce?

Bir tarafın, diğer tarafa üstün olması. O tarafa karşı bir üstünlük taslayarak gururlanma, mutlu olma.


Yer altı kaynaklarını sömürerek, bölge halkına işkenceler etmek.

Aklım almıyor inanın!

Gerçek mutluluk, güneş adına karanlıkla savaşmak değil midir? Gerçek zaferler, bunlarla belli olmaz mı?


Yaşayabilmek için, kırıp dökmek şart mıdır? Bir insanı; ırk, dil, din ayrımı yapmadan sevemez miyiz? Kimse kimseyi kırmasa ne kaybederiz?

Söyleyin?!

İnsanlar tebessüm etse, bizim yüreğimiz mutlu olmaz mı?

Güneşe doğru ilerlemeye var mısınız? Karanlıkla her daim savaşmak için!

Karanlık silinirse, inanın mutlu olacağız!


AYNA
ve gözüm eşyamda değil
yoruldum maddemden
ta ki dünya bitti

köşk kurdum sakin oldum
dehlizsiz ve tabakasız
kör bir hayvan gibi
rızkına etiyle yanaşan
karanlık birevdir gövdem

güneşte asla karanlık yoktur dediler
ve onlar yoluna cihet ettim vatan tuttum
büyük yeni bir hayat bildim
yeni yeni bildim yoksa ölüyordu bir şey
bir insan binası yıkılıyordu durmadan
Cahit Zarifoğlu

(dolmakalem)

........

Bir "Gemi" Hikayesi

Deniz kokusu burnumda, ve belli belirsiz bir anason kokusu. Uzağıma düşmüş tüm gemilerim; çıkamıyorum limanımdan.

Yakmışlar gemilerimi. "Kara haber tez duyulur" derler ya, o misal. Delirdim. Çığlaklarım sardı martıları, artık üşümüyorlar.

"Yalnızım, düşlerim kaldı, deliyim"

Bir türkü tuttu dudaklarım, durmadan mırıldanıyorlar. Yakmışlar gemilerimi. Delirdim. Rüzgârlarla dost olayım dedim. Yalnızım ya hani, yoldaş olurlar belki. Peşimde rüzgar, deliyim.

"Kime sorsam dönüşüm yok nereye gitsem mavi"

Kırıklarımdan gemiler yaratayım dedim, yelkenime rüzgarı alırım da kaçarım diye uzaklara. Onlar da geri dönmez diye vazgeçtim fikrimden. Rüzgâr okşadı saçlarımı. Ağladım. Martılar sildi gözyaşlarımı.

"Gülerim ilerde belki" dedim. Güldü geçti kıyıya vuran köpükler.

Yakmışlar ki gemilerimi. Dönmediler geriye. Delirdim. Çığlıklarım sardı martıları. Üşüyordular ya hani, üşümüyorlar artık. Deliyim.

"Kim saracak beni?" diye sormayı çoktan bıraktım.

(gölgesine sarılan hüzünbaz kedi)

(Ezginin Günlüğü'nün Gemi'si ilham kaynağı oldu.)



Gemi (Keman) - Ezginin Günlüðü

Sulara Düştü Düşüm

bir yıldız daha kaydı,
meleklere aldırmadan.
karanlık sarıyor sanki her tarafı
ama heryer bembeyaz.
ne acılar çekti kim bilir.
kırmızı bir palto
ve
saçları upuzun, simsiyah.
atladı soğuk sulara
sıcacık yüreğiyle.
hayalperestler için zaman zor
yalnız ruhlar için de...
aslında ne dünyalar yaratırdı
kocaman hayallerinde.
şimdidipsiz kuyularda, kuytularda
emanet etti hayallerini ölümlere.
giden geri gelmiyor; gelemiyor
gitmek çözüm mü yoksa?
ya gittikten sonra dönmek yoksa?
hayaller yanarken soğuk sularda
buz tuttu geleceği,
şimdi belli gelmeyeceği.
neler yaşadı kim bilir,
ne acılar çekti.
dedim ya;
hayalperestler için zaman zor
yalnız ruhlar için de...

(gölgesine sarılan hüzünbaz kedi)

25 Ağustos 2009 Salı

Güz Yordamı

güz yordamı ile buldum gözyaşlarımı
ellerim tutmuyordu
gözlerim yardım etti ayağa kalkmama
tekrar yürüyordum ama,
bir daha durmamacasına.
sılaya vurdum kendimi
hasrete vuruldu kemiklerim
yüreğimi sararken hüzün bulutları
sarardı içinde biriken tüm ümit kırıntıları
solmuş umutların çıtırtıları geliyor şimdi
uzaklardan, çok uzaklardan gelen bir misafir gibi...
açtım kapılarımı,
hoş geldiler...
hoş görsünler...

(gölgesine sarılan hüzünbaz kedi
ağustos 2009
batman)

23 Ağustos 2009 Pazar

Gün Olur Asra Bedel




Kitap tanıtmak zordur. En azından benim için. Kitapla iç içe olmak gerekir. Ve en sıcak, vurucu tarafını anlayabilmek.



Hele bu kitabın yazarı Aytmatov olunca. Ölümüyle nasıl bir şaşkınlık içerisinde olduğumu hatırlarım. Kabul ettirememiştim onun ölümünü kendime. Zor işti elbet.



Kolay mı? Toprak Ana'nın yazarı ölüyor! Kendi kültürünü en sıcak şekilde anlatan bir değer siliniyor. Beyaz Gemi gibi acıyı,tatlıyı,hayali, düş kırıklığını bizlere çekinmeden sunan bir çınar gözümüzün önünden çekiliyor.
Biraz zorladım kendimi Aytmatov'u anlatan bir yazı yazayım diye. Vazgeçtim sonra. Henüz hazır değildim çünkü. Başımdan henüz atamamışken kırgınlıkları, bozgunları, sıkılmış duyguları yazmak gelmedi içimden. İlerledikçe yazı da sıkılacaktı eminim.
Usta'ya borcum vardır bilirim. Kapsamlı bir yazı yazacağım onun için. Onun bende bıraktıklarını bir bir dökeceğim kağıda. Ama şimdi değil.
Belki yarın? Belki yarından da yakın?..
En azından Usta'nın "Gün Olur Asra Bedel" romanını yazayım dedim. Ucundan ödeşmiş oluruz sizlerle.
Ruh şad olsun Usta...
...............................





Ve bu kitap benim vücudum,
Ve bu söz benim ruhum.

Grigor Narckatsi
"Acılar Kitabı" X. yüzyıl

Dehşet bir sözle başlıyor kitap. Roketi fırlatmadan önce ateşi yakmak gibi.

II. Dünya savaşı'ndan döndükten sonra, verimsiz toprakları ve az nüfusu bulunan Sarı Özek'te ki tren istasyonun'da çalışmaya başlar Yedigey. Namı diğer Boranlı Yedigey. Hayatını Sarı Özek'e adamış ve bu acımasız topraklara kendi düşünü kurban etmiş bir emekçi. Çünkü Sarı Özek'te tutunabilmek için güçlü ve sabırlı olmak gerekir. Bunu bir o başardı bir de yol arkadaşı, yakın dostu; Kazangap.

Kazangap onun bu köye yerleşmesinde, işi bulmasında en büyük yardımcı ve destekçisiydi. İçinde bir art niyet bulunmayan, saf, temiz ve sıcacık bir adamdır. Bazen komik tartışmalara da girdikleri oluyor iki arkadaşın. Ancak ufak dargınlıklar onların dostluğunu hiç bir zaman bozmamıştır.

Ne acıdır ki kitabın hemen başında ölüm vardır. Belki de kitap acı bir senaryo'nun geleceğini hissettirir bizlere. Ölüm Kazangap'ı bulmuştu. Yedigey can dostunu kaybetmişti. Ölümün gerçekliğine kayıtsız şartsız inanırdı Yedigey. Kazangap'ın ukala oğlu Sabitcan'a söylediği sözler onun bu yönünü ortaya koyar.

"İnsan yalnız Allah'a sırt çevirmez, yalnız O'na küsemez. Allah ölüm verirse, bu, hayatının sona ermesi demektir. Çünkü insan doğar ve vakti gelince ölür. Bunun dışında, bu dünyada olan her şeyin hesabı sorulur! "

Hikaye aslında bir bitişten başlamıştır. Ancak Aytmatov bitişi bir başlangıç kabul etmiştir ve o bitişle konular karışık şekilde yazılmıştır.

Bende kendi sıralamama göre vereceğim konuları.

Kazangap öldükten sonra, köyde bir karışıklık olmuştur. Zira Kazangap'ın oğlu Sabitcan işi olduğu gerekçesiyle babasını yakın bir yere gömmeyi istemektedir. Ve köyün geneli de bu işe bir ses çıkartmamaktadır. Ancak Kazangap'ın bir vasiyeti vardır. Kazangap, Nayman Ana'nın türbesinin bulunduğu Ana Beyit bölgesine gömülmeyi istemektedir. Bu soruna da can dostu Yedigey yetişecektir. Yedigey köyde saygı duyulan bir isim olduğu için, köylüleri ikna etmiştir. Sabitcan'a isterse şehire gidip, işinin başına dönmesini söyler. Bu işi onsuz da başarabileceklerini söyler. Zaten ayak bağı olmaktan başka bir işe yaramıyordur Sabitcan. Köylüler üzerinde ki sözde saygısını(!) yitirmemek için o da köyde kalır.

Nayman Ana efsanesi'ne Kazangap kadar Yedigey'de çok saygı duyar. Çünkü acı ve gerçekçi bir mesajı vardır efsanenin. Bizim içinde bulunduğumuz duruma da benzer bir durum.


Eskilerde, çok eskilerde güney-doğu Asya sınırlarından sürülen, kuzeye akın ederek Sarı- Özek'i ele geçiren Juan-Juan'lar adında vahşi ve acımasız bir millet varmış.

Juan-Juan'lar ele geçirdikleri tutsaklarına işkenceler eder ya da komşu ülkelere köle diye satarlarmış. Köle diye satılanlar oldukça şanslıymış zira onların bir yolunu bulup kaçma imkanları varmış. Ve kendi memleketlerine döndüklerinde yapılan işkenceleri insanlara anlatırlarmış.

Onların anlattığına göre, asıl işkenceyi genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esirler için yaparlarmış. Esirin, hafızasının kökten silinmesine yol açacak bir işkence.

Bu esirlerin ilk önce başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Daha sonra, bir deveyi kesip, derinin en kalın yeri olan boyun kısmını alarak yüzerlermiş. Sonra deriyi parçalara ayırıp, esirin kan içinde kalmış başına sımsıkı sararlarmış. Esirin saçı uzadıkça, başına bağlı olan deriden ötürü saç içeri doğru kıvrılırmış.Böyle bir içkenceyi tadan tutsak ya acılar içinde ölür ya da hafızasını tamamen yitirip, ölene dek geçmişini hatırlamayan bir mankurt olurmuş. Bu mankurtlara başını acıdan yere sürtmesin diye, boyun kısmına denk gelecek şekilde bir tahta geçirilir ve ıssız, kavurucu bir sıcaklıkta olan bölgede yalnız başına bir kaç gün bekletilirmiş. Esirin mankurt olduğunu öğrenen ailesi ise çocuğu kurtarmak için artık çaba göstermezmiş. Çünkü o kişi artık sadece emirleri yerine getiren, fazla konuşmayan, geçmişini hatırlamayan bir robot olmuştur. Onun tek ihtiyacı kışın kalın bir elbise ve doyacağı kadar yemekmiş.

İşte, hikayemizde tam burada başlıyor. Göçebe bir kadın, mankurt olan oğlunun başına gelenlere dayanamamış, oğlunu kurtarmak istemiştir. Tarihe bu kadının adı, Nayman Ana diye geçecektir.

Savaşsız, sessiz dönemler de olurmuş bazen. Sarı Özek, zamanında Yelizarov'un ( Yedigey'in bilge hocası, arkadaşı) anlattığına göre epey yeşil ve verimli topraklardan oluşuyormuş. İşte bu yüzden Juan-Juan'lar bu toprakları istila etmişler. Savaşsız dönemlerin birinde, bir tüccar kervanı gelmiş Nayman'ların ülkesine. Bir müddet konaklamak için. Köylülerle birlikte çay içerken, bir muhabbet ortamında, Juan-Juan'ların oturduğu kuyuların yanından geçtiklerini ve orada genç bir çobanla karşılaştıklarını söylemişler. Köydeki erkeklerden başka bu muhabbete kulak kesilen birisi daha vardır; Nayman Ana.

Bıyıkları yeni terlemiş, genç ve sağlıklı görünen bu çobanın ilk bakışta mankurt olduğunu anlamak güçmüş. Geçmişinde gayet konuşkan ve akıllı olduğu anlaşılabiliyormuş. Ancak tüccarların sorduğu bütün soruları evet veya hayır diye cevaplıyormuş. Veya da hiç bir cevap vermiyormuş. Başına sımsıkı taktığı şapkasını da hiç çıkartmıyormuş bu mankurt. Tüccarlar, Aytmatov'un gözünde ki bu bozulmuş insanlar mankurtla alay etmeye başlamış. Tüccarlar gitmeye hazırlanırken içlerinden birisi ona takılmak amacıyla ;
-Uzun yola gidiyoruz, çok yer göreceğiz, selam göndereceğin biri, mesela bir yavuklun var mı? demiş. Nerde yavuklun? Haydi, utanma, söyle. İşitiyor musun? Belki bir mendil verirsin, ona götürürüz.
Mankurt tüccara uzun uzun baktıktan sonra şöyle demiş:
-Her gün ben Ay'a bakarım, o da bana bakar. Birbirimizi işitmeyiz. Ama biliyorum, orada oturan biri var...

Ve bu konuşma, Nayman Ana'nın yüreğini yakmaya yetmiş. İçinde coşan duyguları bastırmış, elleri titremeye, kalbi yanmaya başlamış. Beynini kemiren bir soru sürekli dolanıp durmuş Nayman Ana'nın yüreğinde; "Ya bu benim oğlumsa?"

Nayman Ana, eşini, Juan-Juan'lar ile yapılan bir savaşta kaybetmiş. Oğlu da babasının intikamını almak için vakti zamanında bu savaşa katılmış.
Ancak savaşın en şiddetli anında, oğlu vurulmuş. Atının yelesine abanmış. Arkadaşları onu kurtarmak isterken, at korkudan hızlanmış ve uzaklaşmaya başlamış. Arkadaşları atın peşinden koşarken, Juan-Juan'lar çıkmış ve onlara saldırmaya başlamış. Bir çok kayıp verilmiş ve atın izi kaybedilmiş.
Geriye kalanlar Nayman Ana'ya olayı anlatmış. Savaşta ölü bırakmak adetleri değilmiş hiç bir zaman. Nayman Ana öfkelenmiş ve yüreğine bir taş daha bağlamış. Bir ana için evlattan kopmak çok zor bir şeydir. Bir de oğlunun ölüp ölmediğini bilmeden oluyorsa daha kötüdür.
Bu olay unutulmuş. Ancak Nayman Ana'nın kalbinde her zaman tazeliğini korumuş.

Tüccarların getirdiği bu haber de Nayman Ana'nın oğlunu bulması için bir fırsat olmuştur artık. Ya bu mankurt olmuş çocuk onun oğluysa? Çocuğu görüp, bir sarılabilse; bu bütün dünyalara bedelmiş onun için.

Ve kararını vermiştir Nayman Ana, ne olursa olsun oğlunu bulmaya gidecek ve onu görecekti. Bu kararını kimseye söylemedi. Söylese de engellemeye çalışacaklardı kendisini.
"Ölüp ölmediğinden emin olmadığın birisini ne diye aramaya çıkıyorsun? Hem oğlun, o mankurt olsa ne değişecek? Saman olmuş bir çocuk ne işine yarar?" demezler miydi?
Ve yılların yorgun bıraktığı, ellerinde buram buram toprak kokusu olan bu kadın, dilinde dönen kelimelerle başlamış yolculuğa;
"Eşhedüen la ilahe illallah!"

Uzunca bir yol ilerlemiş Nayman Ana. Gözü deve sürülerindeymiş. Zira tüccarların anlattığına göre, karşılaştıkları çoban deve sürülerini güdüyormuş. Nayman Ana, devesi Akmaya'yı bir sağa bir sola çeke çeke, ümitsizlik içinde ilerliyormuş.
Ya Juan-Juan'lar başka bir bölgeye gittiyse? O zaman ne yapardı?

Ve bir yamaçta, deve sürülerini görmüş. Akmaya'yı(devesi) hızla o develere doğru sürmeye başlamış. Develer oradaymış ama çoban görünmüyormuş. Gözleriyle biraz daha süzünce, çocuğu da görmüş Nayman Ana. Uzaktan pek seçilmiyormuş. Sürüleri gözünün ucundan ayırmamaya çalışıyor, dikkatlice işini yapıyormuş.

Nayman Ana biraz daha yaklaştığında çobanın oğlu olduğunu anlamış. Yüreği bir anda aleve sarmış. Koynunda büyüttüğü oğlunu, uzun bir aradan sonra görmenin mutluluğu ve hüznü onu oğluna doğru koşmaya sürüklemiş.

"Oğlum! Oğul balam benim! Her yerde seni arıyorum. Ben senin annenim!"

Nayman Ana feryat ediyor, ağlıyor, tepiniyor ve düşmemek için oğlunun omzuna yaslanıyormuş. O zaman farketmiş acılı ana oğlunun bir mankurt olduğunu. Oğlu, sanki o kadını her gün görüyor ve o sözleri her gün duyuyormuş gibi kayıtsız ve ilgisizmiş. Bir müddet sonra annesinin elini omzundan atıp develerin yanına doğru ilerlemiş.

Nayman Ana kendini toparlayıp oğlunun yanına ilerlemiş. Ona geçmişinden sorular sormaya, hafızasını yerine getirmeye çalışıyormuş. Ancak oğul kendini ne kadar zorlasa da, beyninde ki o kalın çizgiler buna müsaade etmiyormuş.

O sırada, Nayman Ana bozkırda deveyle birisinin yaklaştığını görmüş. Oğluna gelenin kim olduğunu sorduğunda, ona kendisine yiyecek getiren bir Juan-Juan olduğunu söylemiş. Nayman Ana gitmesi gerektiğini anlamış ve aceleyle devesine atlamış. Ancak Nayman Ana, kendisini ele verecek hatayı yapmıştır. Zira Juan-Juan onu deve üstünde görmüştür. Ancak Nayman Ana hızlı davrandığı için Juan-Juan onun ne tarafa gittiğini anlayamamıştır...

Nayman Ana o geceyi çalılıkların arkasında geçirmiş. Juan-Juan'ın orada nöbet tutup kendisini yakalayacağı endişesinden dolayı güvenli bir şekilde sabahı beklemiş. Kararını da vermiştir Nayman Ana; ne olursa olsun oğlunu onların elinden kurtaracaktır. Belki, kendi halkı, Juan-Juan'ların oğluna yaptığını görürse, tekrar savaş başlar ve Juan-Juan'lar buradan sürülür diye düşünüyormuş. Bir millet, insanlara neden bu vahşeti yaşatır? Neden bu kadar acımasız olabilir aklı almıyormuş Nayman Ana'nın...

Sabah olunca Nayman Ana, tekrar oğlunun yanına gitmiş. Ona geçmişteki ismiyle seslenmiş, oğlu ona bakınca umutlanmış Nayman Ana. Ancak, oğlunun kendi ismiyle çağrıldığı için değil, sadece bir ses duyduğu için baktığını anlamış Nayman Ana.

O gün boyunca oğluna masallar, ninniler okumuş Nayman Ana. Mankurt hoşlanmış ninnilerden. Uzandığı yerden hafif tebessüm ettiğini görebiliyormuş Nayman Ana.

Vaktin ilerlediğini anlayamamış Nayman Ana. Tekrar bir deve sesi duymuş. Bu kez deve yakındaymış. Nayman Ana ters taraftan kaçmaya yeltenmiş ki o taraftan da bir Juan-Juan belirivermiş. Tam ikisinin arasından hızlıca devesini sürmüş Nayman Ana. Nayman Ana'nın devesi gerçekten güçlü ve hızlıymış. Juan-Juan'lar yine yetişememiş Nayman Ana'ya. Ve Nayman Ana bozkırlar da dolanmaya başlamış. Talihsiz anne bilemezdi ki Juan-Juan'ların çocuğunu dövdüğünü...

Juan-Juan'lar geri döndüğünde, çocuğa o kadının kim olduğunu, ne yaptığını, döve döve sormuşlar. Çocukta; "bilmiyorum, annem olduğunu söylüyor" cevabını veriyormuş sadece. Juan-Juan'lar ona, annesi olmadığını, o kadının, başında ki şapkayı çıkartacağını söylemişler. (mankurtlar, şapkayla gezer, başının görünmesine asla müsaade etmez ve tepinirlermiş)

Mankurt, korkudan benzi atmış bir şekilde tepinmeye başlamış. Juan-Juan'lar ona bir yay ve ok vermişler. Gerisi malumunuz...

Nayman Ana, Juan-Juan'ların gittiğini ve arkalarına bakmadığını görünce sevinmiş. Tekrar oğlunun yanına sevinçle koşmaya başlamış. Ancak oğlu etrafta gözükmüyormuş. Talihsiz kadın sağa sola bakınarak bağırmaya, bir ses olsun duymaya çalışıyormuş. Tam arkasını dönecekken, oğlunun elinde yayla kendisine nişan aldığını görmüş.

"Dur, atma!" demesiyle, okun fırlaması bir olmuş. Nayman Ana soluna doğru öldürücü bir darbe almış. İlk örtüsü düşmüş yere. Ve örtü, kuş olup uçuvermiş havaya. Dilinde kelimeler kalmış Nayman Ana'nın;

"Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!"

İşte o gün bugün, Dönenbay kuşu, Sarı- Özek bozkırında geceleri uçar dururmuş. Bir yolcuya rastlayınca onun yanına sokulur, " Adını biliyor musun? Kim olduğunu biliyor musun? Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!" diye ötermiş.

Sarı Özek'te Nayman Ana'nın gömüldüğü yere Ana Beyit( Ana'nın yattığı yer) derler. Yedigey'in arkadaşı Kazangap'ta buraya gömülmek istemiştir, bu efsaneden dolayı.

Sırf bu kitabı okumak için neden arıyorsanız, mankurt hikayesini Aymatov usta'dan okumanız bu nedenlerin başındadır. Gözlerimden irili ufaklı yaşlar geldiğini dün gibi hatırlarım.

Aytmatov, bu efsaneyi boşuna koymamıştır elbette. Kitabın en çarpıcı, tokat gibi sahnelerinden birisidir bu olay. Zira kitabın yazıldığı dönemi eleştirir Aymatov. Mankurtlaştırılmaya çalışılan halkını anlatır. Juan-Juanları anlatır. O dönemde baskı rejimi dolayısıyla bunu, böyle bir hikayeyle anlatır Aytmatov. Komunist rejimin, kendi halkına uyguladığı baskıyı gözler önüne serer. Ve yılmaz Usta, öfkelidir çünkü.

Bu kitapta anlatılacak çok şey var. Bende isterdim size Raymalı Aga efsanesini, yeni keşfedilen bir dünyayı, Karanar'ı, Yelizarov'u, Abutalip'i, Zarife'yi anlatmayı. Ancak okunması gerekir bu kitabın. Yaşamak ve anlamak gerekir.

Bu kitap basite indirgenmemelidir. Kitabı sıkıcı bulduğunu söyleyen gürüha da bir tarafımla gülüyor ve selamlar ediyorum...

(dolmakalem)

20 Ağustos 2009 Perşembe

Janet & Jak Esim - Alfonsito

Efsunlu bir gece ve yalnızlık yanında yoldaş olmuş sesslizliğe. Birkaç parça müzik var eşlik eden bunlara.

Odada, yalnızlıkta tek bir beden, bir ruh, dolanıyor efsunlar içinde. Her yiğidin harcı değil yalnızlık. Ağır geliyor bazılarına. Ve şimdi ağır geliyor bu bedene de bu yalnızlık. Çöküyor karanlıklara, kalkmamacasına.

Efsunlu bir gece; suskunluk hakim tüm hücrelerine. Birkaç belli belirsiz hüzün uçuşuyor tavanda. Bir görünüp bir yok oluyorlar; yok olmak ki ezelden beri yazılmış bu ademoğlunun kader defterine.

İki gülen surat çiziyor ellerine. Birkaç gülümseyiş göz kırpıyor gizlice. Öpüyor yanaklarından ve siliyor tekrar ebediyete.

Efsunlu bir gece...

Gece ki uzanmış toprağın yanına boylu boyunca

Toprak ki susturmuş dudaklarını umarsızca

Dudaklar ki ağlamış sevgililer ardından

Sevgililer ki hiç gelmemişler aslında

Gelmeler ki hep gitmelereymiş oysa...

Gidivermiş son hayat kırıntıları da gözlerinden. Kapayıvermiş hepsini, açmamacasına.

(gölgesine sarılan hüzünbaz kedi)

.





Alfonsito - Janet & Jak Esim

Pinhan

" 'Bekle beni,' dedi fısıltayla.
'Bekle!' "


Elif şafak'ın 1997 yılında yayımlanan ikinci kitabı "Pinhan". Kelimenin sözlük anlamı, 'gizli, saklı, saklanmış'. Kitabın konusu ise, kısaca, pinhan adında kendini bulmaya çalışan bir "iki başlı".

Kitap dört bölümden oluşuyor ve her bölümde kendi içinde dörde ayrılıyor:
Toprak; Elma, Hafıza, Halka, Hıyanet
Hava; Emanet, Hıyanet, Felâket, Kefaret
Ateş; Hezarpâre, Rindâne, Peymâne, Puryâne
Su; Cehennem Kapıları, Nida Hamamı, Elem Şehristanı, Firar Yolları


"İsimler ki büyülüdür / sade büyülü mü / isimler hem de büyücüdür / sanmam ki çıkmış olsun hatırından / ismini 'fasl-ı hazan' koyalım / söndüğü yerde aradığını bulasın / lakin fasl-ı hazan demek / fasl-ı hüzün demek / söndüğü yerde / sana kavuşmam gerek / onun söndüğü yerde / benim tutuşmam gerek..."


Tüm kitap boyunca yazarın kelimelerle nasıl oynaştığına ve onları nasıl kullandığına şahit oluyor okuyucu. Ayrıca yazarın tasavvuf ve aşkı birarada harmanlaması da eser çok daha derin ve daha çarpıcı anlamlar katmış.

Gayr-i ihtiyari, okuyucu, Pinhan'ı yazarın -şimdilik- son kitabı "Aşk"a benzetebilir -ya da Aşk'ı Pinhan'a... Zira her iki eser de içerdiği öğeler; aşk, tasavvuf, yazarın üslubu ve kendi aramalarla çok benzeşiyor. Ancak yine de iki eser de çok farklı yerlerde.
Kitabın tek kusuru ise kitabın çok aceleci bir havayla bitirilmiş olması. Bu aceleci hava iç burkabiliyor. Çünkü, harika bir şekilde ve tempoyla ilerleyen böylesi bir şaheserin böylesi aceleci bir tavırla bitmesini beklemiyor okuyucu. Buna rağmen kitap Elif Şafak'ın en harikulade eserlerinden biri.

En nihayetinde, Pinhan, Elif Şafakla tanışmak için -henüz daha tanışmamışsanız eğer- ilk okunması gereken kitap olacaktır.

Pinhan'ı, Karanfil Yorgaki'yi, aşkı, sırları, gizleri, gizlemeleri, gizleyememeleri, dudakları fır fır dua eden nineleri, Dürrü Baba'yı seveceğinize eminim.


"Periden güzel huriden müstesnâ
Sebebi envâi bela türlü cefâ
Yedi düvel çehrene müptelâ
Ben garip âşık-ı şeydâ iken
Terk-i can etmem revâ mı bana

Bî-vefâ, Bî-vefâ, Bî-vefâ"


(gölgesine sarılan hüzünbaz kedi)
.

13 Ağustos 2009 Perşembe

Biz Geldik

Hüzünler çekti bizi birbirimize, henüz yeşermemiş bahçelere atmamışken adımlarımızı, ayaklarımız diretti umuda ilerletmeye. Ne biçimsiz baharlar, ne feryat eden çocuklar vardı aklımızda. Sadece huzura yelken açmayaydı bütün diretmişliğimiz.
Biz huzur arıyoruz, ya siz?
Biz sevgi arıyoruz, ya siz?
Biz biraz da hüzün kovalıyoruz aslında. Ya siz?


Biz geldik. Heybelerimiz dolu dolu hem de…
“Feraghi” oldu adımız, “sürgün”lerdeyizdir belki de.

Feraghi, İranlı dünyaca ünlü sanatçı Azam Ali’nin Niyaz adlı grubunun son albümü Nine Heavens’ten bir şarkı. Hem sevdiğimiz bir şarkının adı, hem de anlamlı bir şey olsun istedik. Güzel de oldu “feraghi”.

Biz geldik de neler getirdik ve getireceğiz?
Her şeyden önce adamakıllı yazılar, yorumlar olacak burada. Edebiyat, müzik, sinema ve arasıra da spora dokunacağız.

Hüzün de olacak burada, mutluluk da, huzur da, aşk da, yalnızlık da…
Yolumuz uzun, yapmak istediğimiz çok. Zamanımız da var, gidebildiğimiz yere kadar.

Hoş bulduk.

gölgesine sarılan hüzünbaz kedi ve dolmakalem

aşağıdan "feraghi" dinlenebilir.





Feraghi - Niyaz