30 Eylül 2009 Çarşamba

Cezayir Menekşesi

27 Eylül 2009 Pazar

Kutsal Birlik- Bir Bayram Anısı

Bedenim bana ait değil gibi hissediyorum sık sık.
Ayaklarımı kontrol edemiyorum. Tıpkı ritmi bozuk kalbimin atışlarını düzene sokamadığım gibi; ayaklarıma da çeki düzen veremedim.Hep arkada bırakılanlara hasret, geriye gitmeye sevdalılar. Bu hasret onları çekilmez kılıyor.
Ama zapt etmeliyim.Onlar da itaat etmeliler,yormamalılar…
Zaten her şey yeterince yormuyor mu? Ayrılıklar,uzaklıklar,hasretler…
Bir şaire,bir memlekete,bir annenin evladına seslenişini türkü tadında kılan merhametine, seslendiğinde bir babanın eş zamanlı hareket etmeye, yani emrinde olmaya hasret olmak bir baba kızım dediğinde…
Sonra bu hasretleri bir bayram sabahı iliklerinize işlercesine hissetmek… İşte o,bu dünyaya sığamayıştır. Milyarlarca insanı bağrına basan dünya yabancılaşmıştır size ve daralır,daralır…
Ve soluduğunuz hava zehir kokar, siren seslerinin içinde bulursunuz kendinizi… Ne annenin kadife sesi gelir, ne de tütün kokar babanızın efkarla yaktığı.
Özlersiniz.

Sonra ya acınıza acı katarlar ya da acınızı sizden alırlar; zehri tenden emercesine…
Benim hayatıma ekseriyette acıma acı katanlar girdi. Fakat bu bayram öyle olmadı. Bir kutsal birlik acımı paylaşmaya karar vermiş olacak ki, haberlerini bu kutsal birliğin en öndeki sancaktarından aldım.
Beyazdı,merhameti temsil ediyordu, adil bir birliğin sancağını taşıdığı asil renginden belliydi. Haberi duyunca çekindim,utandım,sıkıldım… Sonra o kutsal çağrıya karşılık verdim, olur dedim. Hem o kutsal birliğe girmek için ait olduğum kültürün bir önemi de yokmuş, öylece kabul ediveriyorlarmış, o kadar genişmiş birlikleri; yürekleri kadar…
Bayram bu demekti.
Benliğimle katıldım o birliğe,adımlarım acemi, onlar ise hep ileri gidiyorlardı, profesyonel adımlarla kutsallıklarına değer kattıkça katıyorlardı bu adımlarla. Her adımlarında kalbim genişliyordu.
Acaba bu birlikten daha kaçını yüreğime sığdırabilirdim?

Bu düşüncelerle daldığım uykudan, sırf gözlerimi yeni doğan bir sabaha açmam için Yaratıcı dünyayı henüz dört saat döndürmüştü. Dünya bayram öncesi , son saatlerini kimine göre çabuk, heyecanlı; kimine göre yavaş,sersem bir dönüşle tamamlamıştı. Kimine göre ise belki yıllar önce durmuştu belki saniyeler önce… Düşüncelerle boğuştuğum dört saat beni bitkin bırakmıştı ve dünya yorulmuştu sanki tekrar günün doğması için 24 saat değil 24 yıl dönmüştü menzilinde…Elim telefona güçlükle gitti. Hiç kimsenin sesini duymak istemiyordum, bu depresif halim kilometrelerce uzaktaki annemin sesini duymaya hazır değildi.
Ama yine de aramalıydım. Ve aradım, ne kadar geç açsalar ve erken kapatsalar o kadar iyiydi. İlk olarak İlahi iradenin sonsuz merhametinin yeryüzündeki yansıması ve cennetin bile onu baş tacı yaptığının ilahi bir bildiriyle haber verildiği kadın açtı telefonu. Şefkatli sesi o kadar yolu nasıl da çabuk kat etti de şimdi bedenim bir kış günü dışarıda kalmışçasına titriyordu… Annem ile konuşmam seri ve soğukkanlı idi, olması gerektiği gibi… Olmaması gereken koşullarda nasıl olması gerektiği gibi davranılırsa öyle işte… Ardından telefonu abim aldı ve bu görüşmeye bir kaç damla gözyaşı eşlik etti… Ve tüm bayram boyunca içime akarak devam etti gözyaşlarım.

Bu duygu hengamesi içinde sancaktar uyandı. Günün muhtevasından mütevelli birliğe katılmak üzere hareket ettik, odamızdan bir başka odaya. Adımlarım acemi, biraz da telaşlı. Odaya girdiğimde yeşiller içinde kutsal birliğin lideri oturuyordu.
Bu oturuş bir babaya ne kadar çok yakışıyor.Bir baş hareketiyle selamladıktan ve bir kaç gereksiz cümle kurduktan sonra onun gölgesine sığınırcasına oturdum. Oturduğum yerin görüş açısı içinde bu birliğin yapıcısını gördüm. Asil duruşlu, ciddi… Bu duruşun altında kim bilir hangi acılar saklambaç oynuyor. Belki kendini sobelemekten korkuyor. Bu birliğin üç sancaktarı da hemen o odada halihazırda bulunuyor. En küçük sancaktar bayram boyunca bana bir şeyler hediye etme telaşesindeydi. Ne güzel bir telaştı o ne manidar, ne yeri doldurulmaz çabalardı benim için. En son gün küçük bembeyaz bir taşı bana uzatınca anladım ki bana verilmiş ve/veya verilecek olan hediyelerin hiçbirisi bu kadar temiz duygular barındırmadı, barındırmayacaktı.

Sonra aynı kare içine sığmaya çalıştık gönül erleri ile.
Birliğin yapıcısı, kurucusu tuttu elimden, hiçbir kederin seni sobelemesine izin verme dercesine, ben o kareye hüzünlü bir gülüş atarken.
İzin vermedim.
İzin verdirmediler de zaten.
Ve dünya dört günlük dönüşünü ne de çabuk bitirmişti. Öyle de olmalıydı,ne de olsa mutluluklara hasret gönül, bu günlere tekrar aç kalmak ve doyurulmak istercesine bir parçasını o kutsal birliğe bırakıp evine geri dönecekti.
Ve anladı ki bu hayatta hiçbir şey doyumluk değil, tadımlıktı.

Sinem Alp

15 Eylül 2009 Salı

As Good As It Gets ( Benden Bu Kadar)






"Felaketin olacağım"

Bloğu takip edenler bilir. Bundan önceki film tanıtımlarımızda, Guguk Kuşu'nu tanıtmış idik.

Başrolde kim mi vardı? Elbette Jack Nicholson!

Bu adamı nedense seviyoruz. Mimikleri, oyunda ki rolleri gerçekten harikulade.

Guduk Kuşu'nda olduğu gibi bu filmde de normal olmayan bir adam rolünde.

Bu adam; herşeye muhalefet, acayip acayip tikleri olan, hasta bir elemandır. Karşıdaki kişiyi rencide etmeden mutlu olmayan, kalp kıran, huysuz bir orta yaşlı ehtiyardır.

Eşcinsel ressam komşusu ve her gün gittiği lokantada ki garsonla geçirilen 2 günlük bir yolculuk.

Ve Melvin (Jack Nicholson), Carol (garson), Simon( ressam) ve elbette simon'un şirin köpeği ile mutlu ve oldukça keyifli bir film.

İnsanı gerçekten çok mutlu eden bir film. İzle izle bıkmazsın.

dedik ya, bu adamı seviyoruk.

Türkiye69-Sırbistan 64


Türkiye69-Sırbistan 64

Bu maç benim en çekindiğim rakip olarak gördüğüm sırbistan'laydı.

Ki tarihimizde Sırp takımına karşı bir galibiyetimizde yoktu.

Takım ruhumuz ve oyunumuzla, bu turnuvada madalya hedefliyorduk.

Hidayet'in, İspanya maçında etkili olamadığını, bunun nedeninin ağrıları olduğunu söyledik. Bu maçta Hidayet'in ağrıları geçmemişti ancak yine de takımda var olması herkese güven veriyordu.

Maçta oldukça etkisiz ve formsuz bir Hidayet izledik. Ama dedik ya onun varlığı takım için yetiyor.

Sırp takımı oldukça sert müdaafa yapan ve sahada çirkeflik yapabilen karaktere sahip bir takım.

Maç istatistikleri bakımından 2 takımda eşit gitti ama onların serbest atışları oldukça iyiydi.

Bizim milli takımın hastalığıdır, serbest atış çizgisinden illa ki kaçıracağız. Ancak Ömer Aşık haricinde ki diğer oyuncularımız gayet iyi attı. Ömer Aşık Nba yolu için serbest atışını geliştirmeli.

Ersan en skorer isim. Takım için oldukça kaliteli ve iyi bir isim.

Kerem Tunçeri kariyerinin en parlak dönemlerini geçiriyor bana göre. Keşke Avrupa'da oynamaya devam etseydi.

Semih Erden, gün geçtikçe toparlanıyor. Onun ismini defalarca zikrediyorum çünkü o iyi olmadıkça bir başarı elde edemeyiz.

Sözün özü oldukça çekişmeli ve diğer rakiplerimizin gözünü korkutacak bir direnç gösterdik. İyi hücum yapamadık ama savunmamızla can sıkacak bir takım oluşturduk.

Benim gönlümden geçen, Yunanistan ile final. Bakalım olacak mı?

Sıradaki kurban Slovenya.

Görüşmek üzere...

12 Eylül 2009 Cumartesi

Zafer Bloğu




TÜRKİYE: 63 - İSPANYA: 60



Öncelikle söylemek gerekirse Avrupa Şampiyonası'nda ki, en ciddi maçımızdı.

Takımın yarısını, kendi evinde bırakmış olan Litvanya, zayıf Bulgaristan ve dar rotasyonuyla belli bir yere kadar gidebilen Polonya bizi ciddi manada zorlayacak takımlar değillerdi.

Ancak takımdaki hava ve yardımlaşma bizlere ümit veriyordu. Bu grupta 3'te 3 yaparak kalitemizi ortaya koyduk.

Bir üst grupta ki rakipler, hem daha iyi, hem de madalya hedefleyen takımlar. Bunlardan ilki, kağıt üzerinde altın madalyaya en yakın gözüken, turnuvanın favorisi İspanya idi.

İspanya, ilk maçında genç Sırbistan'a madara olmuştu. Gruptan çıkmayı başarmıştı ancak kötü oyunu bizim ümitlenmemize yol açtı.

Ki bizim takımın hastalığı olan, iyi başlarsan iyi biter, kötü başlarsan kötü biter hastalığına müteakiben, gayet iyi bir havada idik.

Ki maç gayet çekişmeli geçmesine rağmen, maçın başlarında pota altında Pau Gasol'u, Ömer Aşık inanılmaz şekilde domine etti. Bu çocuk Nba'de çok iş yapar. En ümitlendiğim ve karakteriyle beni en çok etkileyen isim Ömer Aşık. Ki maçtaki o blok, beni manyaklaştırdı!

"Bay Son Çeyrek" yani Hido, bu maçta beklediğimiz sorumluluğu almamasına rağmen, varlığıyla bile ne kadar büyük bir oyuncu olduğunu gösterdi. Ayrıca ağrıları olmasına rağmen, oynadığını söylememiz gerekir.

Semih gün geçtikçe daha iyiye gidiyor. Onun performansı ileride ki maçlarda bizim için hayati önem arzediyor.

İspanya gibi, son dönemlerde ciddi başarıları olan bir dev'i, Avrupa Şampiyonası'nda yenmek çok önemliydi.

Sıradaki rakip, genç Sırbistan. Benim gözümü korkutuyor Sırplar. Ama, biz daha favoriyiz ve inşallah yeneceğiz.

Şampiyona öncesi biraz zor gibi gözüken finali, neden komşuyla birlikte yapmayalım ki? Değil mi ama?

(dolmakalem)

11 Eylül 2009 Cuma

Bin Jip


Güney Kore yapımı bir film önerisiyle karşınızdayız,


film normal değil, bunu filmin altyazısını indirince anlıyoruz zaten.


sessiz ama derinden ilerleyen bir film. sıradışı ve sımsıcak bir aşk. konuşmadan, deli deli ve sıkı sıkı bir ilişki.


kötü? elbet var. ama iyilik her daim kazanır.


Türkçe'de "Boş Ev" anlamına gelen "Bin-Jip", aslında her boş olan şeyin muhakkak açılmayı bekleyen bir tarafı olduğunu bize sıkı sıkı öğütlüyor. Korkmadan ve isteyerek yapıldığı müddetçe.

Yönetmen ve senarist; Kim Ki-Duk. Bu isme dikkat edin ve diğer filmlerini muhakkak seyredin.


İyi seyirler efenim,

Pablo Neruda- Gemi


GEMİ


Yolculuk ücretini verdikse bu dünyada, neden

Neden bırakmıyorlar bizi oturalım, yemek yiyelim..?


Bulutlara bakmak istiyoruz,

Güneşte yanmak, tuz koklamak.

Kimseyi tedirgin etmek gelmiyor içimizden.

Neden edelim zaten: biz birer yolcusuyuz sadece.


Gidiyoruz, zamanı da götürüyoruz bizimle.

Deniz geçiyor yanımızdan, üstünde bir gül var,

Gölgede gidiyor dünya, aydınlıkta.

Siz de gelin bizim gibi, biz yolcular.


Sizi tedirgin eden ne..?

Neden öfkeyle vuruyorsunuz..?

Tabancalar kuşanmış, kimi arıyorsunuz öyle..?


Bilmiyorduk sizin olduğunu her şeyin,

Bardakların, iskemlelerin,

Yatakların, aynaların sizin,

Sizin olduğunu denizin, şarabın, gökyüzünün


Bakıyoruz bütün masalar tutulmuş şimdi.

Olamaz diye düşünüyoruz,

Nasıl, ama nasıl inandıracaksınız bizi..?


Her yer karanlıktı gemiye bindiğimizde.

Biz de çıplaktık, aynı yerden geliyorduk,

Kadınlardan, erkeklerden geliyorduk, sizin gibi.


Aç doğmuştuk, çabuk çıktı dişlerimiz.

Ellerimiz oldu zamanla, gözlerimiz oldu,

Çalışalım diye, ağlayalım diye gördüklerimiz için.


Hiçbir hakkımız yok şimdi elimizde,

Öyle diyorsunuz, gemide yer yok.

Bizimle konuşmuyorsunuz,

Oynamıyorsunuz bizimle.


Neden bu üstünlüğünüz, neden..?

Kim kaşık verdi daha doğmadan size.?


Sevmem yolculukta, gizli köşelerde

Aşk ışığından yoksun boş gözler bulmayı,

Aç ağızlar bulmayı sevmem.


Yaklaşan güz için elbisemiz yok;

Kış gelecek; kış için hiç, hiç yok.

Nasıl yürürüz kunduramız olmazsa

Dünyanın keskin çakıllarında.?


Nerde yemek yeriz masamız olmazsa.?

İskemlemiz olmazsa nereye otururuz.?

Tatsız bir şakaysa bu, beyler,

Karar verin, kesin bu şakayı,

Sırası geldi ciddi olmanın artık.

Deniz kudurmuş. Kan yağıyor.


PABLO NERUDA

8 Eylül 2009 Salı

Kitap Fiyatları ve Osman Kısakürek





Güneşli ve umut dolu bir günde, "gölgesine sarılan hüzünbaz kedi" ile Sultanahmet gezisi yapalım dedik.

Dedik ama arkadaş sağolsun 4 saat bekletti beni orada. Sayesinde Mustafa Kutlu'nun "Kapıları Açmak" kitabını bitirdim. Diğer bir kitabı da yarıladım. İyi yönden düşünmek bu olsa gerek :)




Lafı uzatmayalım...


Bilirsiniz, Sultanahmet'te kitap fuarı var.

Teker teker standları gezerken, sorduğumuz bütün kitapların yüksek meblağlarda olması içimi acıttı açıkçası. Yayınevleri'nin işi iyice profesyonelleştirdiğini görmek üzdü beni. Bu kitapların, indirimli halinin bu kadar uçuk olması, indirimsiz hallerini hiç düşünmememiz hatta elimizi sürmememiz gerektiğini net bir şekilde gösteriyor.

Allahtan Ravza diye bir yayınevi var İstanbul'da. Yoksa işimiz yaban!

Şule yayınevine çok az göz attıktan sonra, gözüme birisi çarpıyor. Bir bayanla konuşuyor. Ancak konuşmasıyla, hareketleriyle bana birisini anımsatıyor. Orasının hangi yayınevi olduğunu gözlerimi kaldırınca öğreniyorum.

Büyük Doğu!

hüzünbaz kediye " bu kesin Necip Fazıl'ın oğullarından birisi" diyorum.

Tereddüt ediyoruz yanına gidip gitmeme konusunda. O da büyük ihtimal farkediyor bizi ki yanına gidip konuştuğumuzda gülerek bahsediyor bizden.

Yanına ilişiyoruz, ve,

- Selamun Aleykum hocam

- Aleykum Selam

- Siz üstadın oğlusunuz değil mi?


Kafa sallayarak, evet diyor. Ve,
- Benziyorum değil mi?
Evet diyoruz.

İçimden aslında kitap fiyatlarının neden bu kadar abartılı olduğunu söylemek geliyor.

Bir toparlanma evresi, ve;



-Hocam aslında bir şikayetim var size.

-Ne şikayeti?


-Üstadı okuyamıyoruz.

- aaa, neden?

-Kitaplar çok pahalı!

Can damarına bastığımı daha sonradan anlıyorum tabi ki.

15 dakika boyunca, bize kağıt sektörünü tanıtarak anlatıyor. Hesap makinesinde bol bol işlem yaptı. Bol bol vapurdaki adama ve Doğan grubuna küfür etti. İnsanları şikayet etti. Bize az harçlık veren ana babayı şikayet etti. Bu pısırık halkı şikayet etti. Ayrıca sigara yasağını başlatanlara ve destekleyenlere okkalı mesajlar verdi. Sıkıyorsa içkiyi yasaklayın dedi. İçki fabrikalarını kapatın dedi.
Bizim takip ettiğimiz yayınların çok zor dönemler geçirdiğini ve hatta teker teker battıklarını söyledi. Bu yüzden kitapların gerçek değerlerinde olduğunu, kitap basarken tek bir sayfayı dahi düşündüklerini söyledi. Kendisinin dahi bu kitaplardan doğru düzgün kazanç elde edemediğini söyledi. ve dedi ki;




"İsyan et evlat. İsyan et. Bana şimdi diyeceksin ki; tek başıma ne yapacağım peki ben. Sen öyle dersin, diğeri de öyle der, diğeri de öyle der. Sen isyan et!"

Haklıydı elbet. Bilinmeyen daha ne kadar şey vardı. Gözümde kitaplarından ve konuşmalarından tanıdığım üstadı canlı canlı görmüş gibi oldum.

Konuşmasıyla ve üslubuyla tıpkı o'nun gibiydi. Biraz şey konuşabiliyor ama o da artık tuzu biberi.

Giderken, çay sözü de aldık. Büyük Doğu'ya uğrayabilirsiniz diye.

Ramazan'dan sonra yeni Büyük Doğu maceralarıyla karşınızda oluruz artık.

(dolmakalem)

4 Eylül 2009 Cuma

One Flew Over The Cuckoo's Nest


1975 yapımı bir baş yapıt. Yönetmenliğini, Milos Forman'ın yaptığı, başrolde Jack Nicholson'ının harika bir oyunculukla filmi götürdüğü, herkese tavsiye edebileceğim bir film.

Cezaevinde verilen işlerde çalışmak istemediği için, deli taklidi yapan Randle Patrick McMurphy(Jack Nicholson) cezaevi yönetiminin dikkatini çeker ve teşhis için bir akıl hastanesine sevkedilir.

Film, isyankar ve mevcut sistemlere karşı olan McMurphy'nin, hastanedeki otoriter ve kıl hemşire ile arasında gidip gelen sürtüşmeleri esas alır. Filmin bazı yerlerinde oldukça eğlenecek, bazı yerlerinde üzüleceksiniz. Sonunda ise "vay be" diyeceksiniz efendim. Ne yapacağınıza karar veriyorum ama kusura kalmayın :)

Hastanedeki arkadaşlarına dolu dolu zamanlar geçirten MCMurphy, filmi izleyen herkes tarafından eminim ki sevilecektir. Ancak filmde adamım Şef'tir. Bu da böyle bilinsin isterim.

Filmlerde detaydan yana değilim. İzlendikten sonra tartışırız. Ayrıca "Oscar'a" dokuz dalda aday gösterilip beş'ini kazanmıştır.

(dolmakalem) izlemiş ve size de önermiştir.

1 Eylül 2009 Salı

ve kuşkular...


Bir başka bu gece sesler. Ney'e nefes veren neyzene takılır aklım...

Yerdeki yapraklar kıpraşır ben toprakla bütünleşince. Çağrılırım fakat tarifsiz geçerim yolları. Gökyüzüne uzandığımda kırmızılaşır güneş. Kuğular suyun sessizliğine bırakır kendisini.

İçimde milyonlarca kuşkular. Eski püskü kağıtlar ayaklarıma dolanır. Yalpalatır beni kaplan bakışlılar. Kanım sessiz ve yavaş akar daarlarımda. Ayaklarımın esaretinde duraksarım.

Ben o çiçeği araaya koyuluşum meğerse. Yol kenarlarında ki çöplüklerde bulamazdım ki onu. O henüz tarif edilememiş yeşillikler içinden çıkardı ancak. Kırmızı bir vücut olup hüzün verirdi ağaçlara. Türlü türlü böceklere aşık ettirirdi kendisini. Dokunamazdı rüzgar ona güzelliğinden. O perilerin rüyasını süsleyen bir düştü sadece. O doğmayan çocukların son umuduydu.

Tükettim zihindekilerimi onu yakalayabilmekten. Bitişiğimdeki seslere aldanmadım onun uğruna.

Karmaşıklığım hep bu sebeptendi. O ve ben olacaktı.

Bozkırlar çoğalacaktı neşelerimize. Küfürler olmayacaktı artık. Gözlerimiz huzurlu bestelerin tınılarında kalacaktı. Unutacaktım kendimi ve içine doğacaktım...

(dolmakalem)









nurettin rençber - ay düşünce denize(2)391.mp3 -

Kardeşime Mektup

Şiir: Kardeşime Mektup - Metin Önal MENGÜŞOĞLU

Okuyan: Murat KAPKINER



KARDEŞİME MEKTUP

Kolsuz ve düğmesiz ve sağ göğsünde bir rozet deliği olan Frenk gömleği,
Bekar terleriyle sırılsıklamdı,hayata acemi erkeğinin,
Ah gülüm,onu kanla ıslatmayı becerdiğim gün artık ne esirlik ne zulüm,
Ne de gözlerimde sabah tuvaletinden arta kalan sabun köpüğü …

Kardeşlik,dostluk ve arkadaşlık
Bir sancının vücuda ilk girmesi gibi sıcak ve güzel bir şeydir sevgilim.
Çünkü ben onlarla geçtim gerçek bir buluşma olan namazın,
Kesin ve ödün vermeyen saflarından…

Sana döndümse şimdi ben, bütün eski sevgilerimi yığarak döndüm.
Yaşayamadıklarım yaşayabildiklerimden daha çok ve daha layıksa özlenmeye,
Sesim seninle daha gür, şarkılarım daha özgürse, bil ki;
Yaşayamadıklarımızı yaşanabilir kılmak için savaşmak,
Seninle bir menekşeyi koklayıp soldurmaktan daha güzeldir…

İsterdim öğrenmesin ta doğacak oğlum bile sana nasıl yandığımı.
Ben tırnağımla koparırken ta göğsümdeki kermeleri,
Doğacak çocuğuma emanet olsun öfkem, kılıcım ve heyecanım
Ve yüreğim soğusun diye sevgilim yüzüne bakıp susacağım.
Başını bağlayıp düş ardıma, sevgilim düş ardıma seninle bir adım daha yaklaştım, daha yaklaştım muradıma…

ve ben diplomalarımı yırttımsa, bunun üstüne kılıcımı kınından sıyırdımsa
kalleşliği bir hamlede yere vurdumsa
savur gülüşlerini ne duruyorsun,
konuş dillerin olayım,
Ağla dua et, çünkü hıncımda tazedir sevincimde
Çünkü tek sevda var şimdi içimde ''kavgamız'' ve saflarımızda senin yerin…

Nasılda dadanmış sarışın sırtlanları daha gömülmediğimiz mezara,
şu küfürbaz kuşağın.
Nasılda tutmuş, kuşatmış yolumuzu, gölgesi arkadan vuranın, alçağın.
Lakin bir umut bulunur daima, bulunur elbet ,
Çıkıp sıyrılmaya doğru açılmış bir bitmez umut.
Ki, inancın ve aydınlığın kapısı odur, odur başımızı dik tutarız,
Odur yenilmeyiz karşılaştığımız ilk tahakküme, ilk karanlığa, ilk tel örgüye…

Bizimde haberlerimiz vardır sevgilim ikimizin arasında
Bütün kardeşlerimizin başı bağlıdır ona.
Ve bizim, çünkü bizim haberlerimiz vardır sevgilim; sağlam ve sadık.
Tutunur dağ aşarız yardımıyla, tutunur bileniriz,
Tutunur silme insan olan künyemizi yar kılarız sevdasına…

Sana anlatacağım şeyleri kafamda toparlamadan daha,
Kundaklamaya çağırıyorlar karanlığın kalleş bekçileri,
Tam bir adım kala sabaha uyanıyorum…
Ben ürküntüyle uyanınca çalıyor zilleri kafamın içinde; iğrenç, utanmaz

O zaman koşup
Kitabımızın sözlerine saklanıyorum.
Kitap beni itiyor alanlara ve kitap beni itince alanlara
Görsen yiğidin ne kadar cesur ve ne kadar atılgandır.
O zaman bir özge candır, vay heyran yiğidin bir özge candır,
Anasına layık oğul, çocuklarına baba ve sana sultandır...

Esmerim, güzelim, nazlı yarim,
Tam kumrular tüy düşürürken yere, şafak üzere ve bizimkiler,
Kitabın kavline göre ayaklanınca
Ko gideyim,
ko ki serbestlesin zincirlerimiz,
Ko ki korkak,
ko ki kaçak demesin kimse, demesin yiğidine..

Metin Önal MENGÜŞOĞLU