29 Aralık 2009 Salı

Kırkambar Kitabevi




















Hepimiz kitapların pahalı olmasından şikayetçiyizdir. Bu yüzden sahaflara gider, bütçemize uygun kitapları seçeriz. Ancak... Son zamanlarda sahaflar da ticari kaygılar dolayısıyla fiyatları arttırınca, kitap okuyucusu için sıkıntılı zamanlar başlamış oldu. Özellikle öğrenci kesimi bu sıkıntılı durumlar dolayısıyla, köşe bucak ucuz kitapların peşine düştü. İnternetten olsun, hanlardan olsun bu böyle sürüp gitti. Evet, sevgili okuyucu. Bu sıkıntıları sıralayıp, birbirimizi üzmenin manası yok. Biliyorum. Bu yüzden, internet camiasında "spam" kuşkusu oluşturacak haberi duyurmanın vaktidir.

Geçenlerde, internette ucuz kitap reyonlarında dolaşırken, bir yazı dikkatimi çekti.

"Bir ve iki liraya binlerce kitap"

İçimde ki fesat amca ile bu işe inanmadık tabi ki. Yine de, bir bakmak gerektiğini hissederek, malum sayfanın en nadide bağlantı sekmesine tıkladık. Evet, sahafın adı ve fotoğrafı vardı. Detaylı bir adres tarifi ve ağız suyu akıtacak övgüler.

Bu haberden sonra, kesinlikle oraya gitmem gerektiğine karar verdim. Beşiktaş iskelesinden, Üsküdar'a keyifli bir yolculuk ve yol sorununun başlangıcı. Vapurdan indikten sonra, muhakkak adresi sormak gerekiyor. Parola kelimelerle adım adım ilerliyoruz.

-çetinkaya
-çavuşdere cad.
-orada ki simitçi amca
-azıcık endişe

Malum sahafçıyı gördükten sonra, dışarıda bir liralık kitaplara bakıyormuş gibi yapıp veyahut gerçekten bakarak ve onları satın alarak işe başlamanızı tavsiye ederim. Sanki orayı internetten duymamış da, tevafuk üzere görüyormuş gibi davranarak. Bunu neden yapmak gerektiğini sorarsanız, yanıt vermemeliyim. Evet evet. Tüyo işte. Neyse...

Dükkandan içeri girdiğinizde, mis gibi kitap kokusunu içinize çekiyorsunuz. Ve başlıyorsunuz kitap taramasına. Abarttıkları kadar varmış diyebilirsiniz, mazur görebilir, dua da bekleyebilirim. Dükkan dedim, kızabilirsiniz, çünkü adamın kitaplardan anlamadığını anlamakta gecikmeyeceksiniz. Siz değerli, birinci baskı kitapların iki liradan satıldığını görünce, garip bir duyguya kapılacaksınız. Neden böyle ucuza sattığı hakkında, çeşitli söylentiler çıkmıyor değil. Kimisi 'kültür hizmeti', kimisi ' kitaptan anlamıyor', kimisi de(ben yani) ' mecburiyetten ' diyor.
Kitaptan anlamadığı konusuna katılıyorum ancak bu sahafçının en büyük avantajı, çevredeki bütün hurdacı, kağıt toplayıcı ve bu işle ilgilenen amcalardan sürekli kilo ile kitap alması ve dükkanın sürekli dolmasından dolayı, elindeki ürünleri bir an önce satmak istemesinden dolayıdır. Eeee peki bu adam nasıl kar ediyor diye soracak olursanız, orası da kolay sevgili okuyucu. İnternet üzerinden birçok site üzerinden değerli elyazmaları ve çok çok değerli kitapları satmasından ötürü gereği kadar kar etmesidir.

Oraya gittiğinizde yapmanız/yapmamanız gerekenler;

- kesinlikle fiyat sormayın, en arka sayfada yazıyor.
- özel bir kitap sormayın, var ise bunu sanki özel bir yerden getiriyor da veriyormuş gibi pahalı gösteriyor
- tavsiye kitap sormayın ki cevap vereceğini pek sanmıyorum
- elinize çok değerli ve ucuza bir kitap geçerse, hayret belirtisi göstermeyin, içinizden sevinin. Ki ertesi hafta, yeni kitaplar geldiğinde, fiyatları yüksek yazmasınlar.
ayrıca;
- evet dua istiyorum.

adres; Kırkambar Kitabevi

Hayrettin Çavuş mah. Çavuşdere Cad. No:50/2 Üsküdar/İstanbul
tel:02163420170 gsm:05353834167

vapurdan indikten sonra, yapılacaklar;

- çetinkaya mağazası bulunacak
- çavuşdere cad. sorulacak
- cadde dediğine bakmayın, garip bir yer, o yüzden sahafçıyı görmeden geçebilirsiniz sık sık kitabevini sorunuz simitçi amcalara.

15 Aralık 2009 Salı

Ölü Canlar


Çiçikov'un türlü sahtekarlıkları. Gogol'un iğneliyici ve sert üslubu. O sertlikte gülecek şeyler bulabilmek. Gogol'un üslubunu seviyorum.

nanook of the north ( kuzeyli nanook) -1-



Acı bir kemanla başlıyor yolculuk. Su; en büyük nimet. Suyun üzerinde gezeleyen buzullar.

Siyah bir kamera görüntüsü; iliştiriyor buzu, suyu ve dünyayı. Karartı karartı ilerleyen hedef bir yüzde sabitleşiyor. Evet, bu yüz bir insan yüzü olmalı. Kutuplarda, soğuğun en acımasız ve haşin olduğu bir bölgede, bir insan yüzü. Orada yaşıyor olmalı.


Çekik gözlerinden, şefkat, sıcaklık ve sadakat fışkırıyor. Sevimsiz kamera bütün aile bireylerinin çehrelerinde duraklıyor. Ne acı yüzler. Ne acı ki çok güzel gülüyorlar. Demek insan olmak böyle bir şey. Ne güzel aile; "Nanook" un ailesi.


Güçlü, becerikli ve sevimli Nanook. Allee, Nyla, Cunayov, Camock; ne kadar iyiler.


Film, kuzeyde, buzullarda yaşayan bir ailenin yaşamıyla ilgili. 1922 yapımı bir film. Belgesel film dalında bir ilk. Bayağı çetrefilli olmuş filmin çekimleri. Onu yazmayayım, araştırmak güzel şeydir. Evet, ne demiştik? Film ailenin yaşantısıyla ilgili. Aslında yaşayış biçimleriyle desek daha doğru olur. Avlanma, alışveriş ve evlerini nasıl imar ettiklerini bu film sayesinde öğreniyoruz.

Filmi teknik anlamda değerlendirmek doğru olmaz. En azından benim için. Bu konularda yeterli düzeyde at koşturamam çünkü. Sadece, filmde gözüme çarpan bir kaç sahneyi, yormadan ve sıkmadan yorumlayabilirim. Zaten film, gerçeğin aynısı. İçinde bozulma gösterilmeden, bulandırılmadan ve her ne kadar aynı akışta da ilerlese bir o kadar da sıcak aktarılmış. İşte bu filmi izlenebilir kılan, gerçek, sıcak ve yabancılaştığımız insanların yaşamı...


-1-

7 Ekim 2009 Çarşamba

nineteen eighty four


1984- George Orwell


İlginç bir kitap. Başlarda ağır tempoyla ilerleyen, daha sonra ana karakterin, diğer kişilerle konuşmaya başlamasından itibaren sürükleyici bir havaya bürünen tabiri caizse "olumsuz ütopya" romanlardan birisi.


Söylenildiğine göre bu kitabı George Orwell, İngiliz istihbaratının isteğiyle yazmış. Zaten yazar ölümüne kısa bir süre kala, sosyalist olan bir çok yazarı, İngiliz istihbarat birimlerine ispikleyerek ölümüne sebep olmuş.

Bir takım kimseler George Orwell'in sosyalist olduğunu söylerken, bir diğer kesimde kendisinin anti- sosyalist olduğunu söylüyor.

Zaten 1984 kitabında ciddi bir şekilde eleştiriliyor sosyalizm. Yani kitabın döneminde Stalin'e denk gelen Rus yönetimini. İnsanları baskı altında tutan, düşünmelerine, eğlenmelerine, aklınıza ne geliyorsa yasaklayan bir zihniyet olarak tasvir ediyor.

Yani sosyalizm hiç bir zaman sosyalizm değildir.

İleride dünyanın böyle bir kısır döngüde döneceğine dair şeyler çiziktiriyor. Bazı konularda, gerçekten tespit ettiği şeyleri yaşadığımızı hayret ederek okudum. Özellikle düşünce kısmında.

Klasikleri severim, bu kitapta oldukça iyi ve başucu kitabı olarak rahatlıkla tavsiye edebilirim.
(yelizarov)

1 Ekim 2009 Perşembe

Nizar Kabbani - Resim Dersi

Nizar Kabbani - Resim Dersi Yönetmen: Abdullah Aytekin
Müzik: Zülfü Beyhan
Okuyan: Mehmet Tokat
Kurgu: Reçep Çetin

RESİM DERSİ

1

Boya kutusunu önüme koyuyor oğlum
Bir kuş çizmemi istiyor benden
Kül rengine batırıyorum fırçayı
Bir dörtgen çiziyorum, üstüne bir kilit ve çubuklar
Oğlum, gözleri dehşet dolu, diyor ki bana:
"Ama bu bir hapishane...Yoksa bilmiyor musun baba, kuş çizmeyi sen?"
Oğlum, diyorum ona, ayıplama beniKuşların biçimini unuttum inan.

2
Kalem kutusunu önüme koyuyor oğlum
Bir deniz çizmemi istiyor benden
Kurşun kalemi alıyorum
Siyah bir daire çiziyorum
Oğlum diyor ki bana:
"Ama bu siyah bir daire, baba
Deniz çizmeyi bilmiyor musun yoksa?"
Ona diyorum ki: Oğlum
Eskiden deniz çizmekte ustaydım
Ama bugün...
Oltayı aldılar benden
Av yaklaşmıştı oysa...
Mavi renkle konuşmamı da yasakladılar
Özgürlük balığını yakalamamı da.

3
Resim defterini önüme koyuyor oğlum
Buğday başağı çizmemi istiyor benden
Kalemi alıyorum
Bir üçgen çiziyorum ona
Resim sanatındaki bilgisizliğime şaşırıyor oğlum
Şaşkın şaşkın diyor ki:
Üçgenle başak arasındaki farkı bilmiyor musun baba?
Ona diyorum ki, oğlum
Eskiden başağın biçimini bilirdim ben
Somunun biçimini
Gülün biçimini..
Ama bu metalik çağda
Ormanın ağaçları
Silahlı adamlara katıldı ya
Güller, lekeli giysilere büründü ya
Silahlı başaklar çağında
Kuşlar silahlı
Kültür silahlı
Din silahlı
Bir somun alsam
İçinde tabanca buluyorum
Bir gül koparsam bahçeden
Silahını dayıyor burnuma
Bir kitap alsam kitapçıdan
Parmaklarımın arasında patlıyor...

4
Yatağımın kenarında oturuyor oğlum
Bir şiir okumamı istiyor benden
Gözümden bir damla yaş düşüyor yastığa
Korkuyla izliyor oğlum ve
"Ama baba diyor, bu gözyaşı, şiir değil!"
Ona diyorum ki:
Büyüdüğün zaman oğlum
Arap şiir kitaplarını okuyunca
Sözcükle gözyaşının kardeş olduğunu göreceksin
Ve Arap şiirinin yalnızca
Parmaklar arasından çıkan
Bir damla gözyaşı olduğunu...

5
Oğlum kalemlerini, boya kutusunu önüme koyuyor
Bir yurt çizmemi istiyor benden
Fırça titriyor elimde
Ağlayarak düşüyorum...

Nizar Kabbani

30 Eylül 2009 Çarşamba

27 Eylül 2009 Pazar

Kutsal Birlik- Bir Bayram Anısı

Bedenim bana ait değil gibi hissediyorum sık sık.
Ayaklarımı kontrol edemiyorum. Tıpkı ritmi bozuk kalbimin atışlarını düzene sokamadığım gibi; ayaklarıma da çeki düzen veremedim.Hep arkada bırakılanlara hasret, geriye gitmeye sevdalılar. Bu hasret onları çekilmez kılıyor.
Ama zapt etmeliyim.Onlar da itaat etmeliler,yormamalılar…
Zaten her şey yeterince yormuyor mu? Ayrılıklar,uzaklıklar,hasretler…
Bir şaire,bir memlekete,bir annenin evladına seslenişini türkü tadında kılan merhametine, seslendiğinde bir babanın eş zamanlı hareket etmeye, yani emrinde olmaya hasret olmak bir baba kızım dediğinde…
Sonra bu hasretleri bir bayram sabahı iliklerinize işlercesine hissetmek… İşte o,bu dünyaya sığamayıştır. Milyarlarca insanı bağrına basan dünya yabancılaşmıştır size ve daralır,daralır…
Ve soluduğunuz hava zehir kokar, siren seslerinin içinde bulursunuz kendinizi… Ne annenin kadife sesi gelir, ne de tütün kokar babanızın efkarla yaktığı.
Özlersiniz.

Sonra ya acınıza acı katarlar ya da acınızı sizden alırlar; zehri tenden emercesine…
Benim hayatıma ekseriyette acıma acı katanlar girdi. Fakat bu bayram öyle olmadı. Bir kutsal birlik acımı paylaşmaya karar vermiş olacak ki, haberlerini bu kutsal birliğin en öndeki sancaktarından aldım.
Beyazdı,merhameti temsil ediyordu, adil bir birliğin sancağını taşıdığı asil renginden belliydi. Haberi duyunca çekindim,utandım,sıkıldım… Sonra o kutsal çağrıya karşılık verdim, olur dedim. Hem o kutsal birliğe girmek için ait olduğum kültürün bir önemi de yokmuş, öylece kabul ediveriyorlarmış, o kadar genişmiş birlikleri; yürekleri kadar…
Bayram bu demekti.
Benliğimle katıldım o birliğe,adımlarım acemi, onlar ise hep ileri gidiyorlardı, profesyonel adımlarla kutsallıklarına değer kattıkça katıyorlardı bu adımlarla. Her adımlarında kalbim genişliyordu.
Acaba bu birlikten daha kaçını yüreğime sığdırabilirdim?

Bu düşüncelerle daldığım uykudan, sırf gözlerimi yeni doğan bir sabaha açmam için Yaratıcı dünyayı henüz dört saat döndürmüştü. Dünya bayram öncesi , son saatlerini kimine göre çabuk, heyecanlı; kimine göre yavaş,sersem bir dönüşle tamamlamıştı. Kimine göre ise belki yıllar önce durmuştu belki saniyeler önce… Düşüncelerle boğuştuğum dört saat beni bitkin bırakmıştı ve dünya yorulmuştu sanki tekrar günün doğması için 24 saat değil 24 yıl dönmüştü menzilinde…Elim telefona güçlükle gitti. Hiç kimsenin sesini duymak istemiyordum, bu depresif halim kilometrelerce uzaktaki annemin sesini duymaya hazır değildi.
Ama yine de aramalıydım. Ve aradım, ne kadar geç açsalar ve erken kapatsalar o kadar iyiydi. İlk olarak İlahi iradenin sonsuz merhametinin yeryüzündeki yansıması ve cennetin bile onu baş tacı yaptığının ilahi bir bildiriyle haber verildiği kadın açtı telefonu. Şefkatli sesi o kadar yolu nasıl da çabuk kat etti de şimdi bedenim bir kış günü dışarıda kalmışçasına titriyordu… Annem ile konuşmam seri ve soğukkanlı idi, olması gerektiği gibi… Olmaması gereken koşullarda nasıl olması gerektiği gibi davranılırsa öyle işte… Ardından telefonu abim aldı ve bu görüşmeye bir kaç damla gözyaşı eşlik etti… Ve tüm bayram boyunca içime akarak devam etti gözyaşlarım.

Bu duygu hengamesi içinde sancaktar uyandı. Günün muhtevasından mütevelli birliğe katılmak üzere hareket ettik, odamızdan bir başka odaya. Adımlarım acemi, biraz da telaşlı. Odaya girdiğimde yeşiller içinde kutsal birliğin lideri oturuyordu.
Bu oturuş bir babaya ne kadar çok yakışıyor.Bir baş hareketiyle selamladıktan ve bir kaç gereksiz cümle kurduktan sonra onun gölgesine sığınırcasına oturdum. Oturduğum yerin görüş açısı içinde bu birliğin yapıcısını gördüm. Asil duruşlu, ciddi… Bu duruşun altında kim bilir hangi acılar saklambaç oynuyor. Belki kendini sobelemekten korkuyor. Bu birliğin üç sancaktarı da hemen o odada halihazırda bulunuyor. En küçük sancaktar bayram boyunca bana bir şeyler hediye etme telaşesindeydi. Ne güzel bir telaştı o ne manidar, ne yeri doldurulmaz çabalardı benim için. En son gün küçük bembeyaz bir taşı bana uzatınca anladım ki bana verilmiş ve/veya verilecek olan hediyelerin hiçbirisi bu kadar temiz duygular barındırmadı, barındırmayacaktı.

Sonra aynı kare içine sığmaya çalıştık gönül erleri ile.
Birliğin yapıcısı, kurucusu tuttu elimden, hiçbir kederin seni sobelemesine izin verme dercesine, ben o kareye hüzünlü bir gülüş atarken.
İzin vermedim.
İzin verdirmediler de zaten.
Ve dünya dört günlük dönüşünü ne de çabuk bitirmişti. Öyle de olmalıydı,ne de olsa mutluluklara hasret gönül, bu günlere tekrar aç kalmak ve doyurulmak istercesine bir parçasını o kutsal birliğe bırakıp evine geri dönecekti.
Ve anladı ki bu hayatta hiçbir şey doyumluk değil, tadımlıktı.

Sinem Alp

15 Eylül 2009 Salı

As Good As It Gets ( Benden Bu Kadar)






"Felaketin olacağım"

Bloğu takip edenler bilir. Bundan önceki film tanıtımlarımızda, Guguk Kuşu'nu tanıtmış idik.

Başrolde kim mi vardı? Elbette Jack Nicholson!

Bu adamı nedense seviyoruz. Mimikleri, oyunda ki rolleri gerçekten harikulade.

Guduk Kuşu'nda olduğu gibi bu filmde de normal olmayan bir adam rolünde.

Bu adam; herşeye muhalefet, acayip acayip tikleri olan, hasta bir elemandır. Karşıdaki kişiyi rencide etmeden mutlu olmayan, kalp kıran, huysuz bir orta yaşlı ehtiyardır.

Eşcinsel ressam komşusu ve her gün gittiği lokantada ki garsonla geçirilen 2 günlük bir yolculuk.

Ve Melvin (Jack Nicholson), Carol (garson), Simon( ressam) ve elbette simon'un şirin köpeği ile mutlu ve oldukça keyifli bir film.

İnsanı gerçekten çok mutlu eden bir film. İzle izle bıkmazsın.

dedik ya, bu adamı seviyoruk.

Türkiye69-Sırbistan 64


Türkiye69-Sırbistan 64

Bu maç benim en çekindiğim rakip olarak gördüğüm sırbistan'laydı.

Ki tarihimizde Sırp takımına karşı bir galibiyetimizde yoktu.

Takım ruhumuz ve oyunumuzla, bu turnuvada madalya hedefliyorduk.

Hidayet'in, İspanya maçında etkili olamadığını, bunun nedeninin ağrıları olduğunu söyledik. Bu maçta Hidayet'in ağrıları geçmemişti ancak yine de takımda var olması herkese güven veriyordu.

Maçta oldukça etkisiz ve formsuz bir Hidayet izledik. Ama dedik ya onun varlığı takım için yetiyor.

Sırp takımı oldukça sert müdaafa yapan ve sahada çirkeflik yapabilen karaktere sahip bir takım.

Maç istatistikleri bakımından 2 takımda eşit gitti ama onların serbest atışları oldukça iyiydi.

Bizim milli takımın hastalığıdır, serbest atış çizgisinden illa ki kaçıracağız. Ancak Ömer Aşık haricinde ki diğer oyuncularımız gayet iyi attı. Ömer Aşık Nba yolu için serbest atışını geliştirmeli.

Ersan en skorer isim. Takım için oldukça kaliteli ve iyi bir isim.

Kerem Tunçeri kariyerinin en parlak dönemlerini geçiriyor bana göre. Keşke Avrupa'da oynamaya devam etseydi.

Semih Erden, gün geçtikçe toparlanıyor. Onun ismini defalarca zikrediyorum çünkü o iyi olmadıkça bir başarı elde edemeyiz.

Sözün özü oldukça çekişmeli ve diğer rakiplerimizin gözünü korkutacak bir direnç gösterdik. İyi hücum yapamadık ama savunmamızla can sıkacak bir takım oluşturduk.

Benim gönlümden geçen, Yunanistan ile final. Bakalım olacak mı?

Sıradaki kurban Slovenya.

Görüşmek üzere...

12 Eylül 2009 Cumartesi

Zafer Bloğu




TÜRKİYE: 63 - İSPANYA: 60



Öncelikle söylemek gerekirse Avrupa Şampiyonası'nda ki, en ciddi maçımızdı.

Takımın yarısını, kendi evinde bırakmış olan Litvanya, zayıf Bulgaristan ve dar rotasyonuyla belli bir yere kadar gidebilen Polonya bizi ciddi manada zorlayacak takımlar değillerdi.

Ancak takımdaki hava ve yardımlaşma bizlere ümit veriyordu. Bu grupta 3'te 3 yaparak kalitemizi ortaya koyduk.

Bir üst grupta ki rakipler, hem daha iyi, hem de madalya hedefleyen takımlar. Bunlardan ilki, kağıt üzerinde altın madalyaya en yakın gözüken, turnuvanın favorisi İspanya idi.

İspanya, ilk maçında genç Sırbistan'a madara olmuştu. Gruptan çıkmayı başarmıştı ancak kötü oyunu bizim ümitlenmemize yol açtı.

Ki bizim takımın hastalığı olan, iyi başlarsan iyi biter, kötü başlarsan kötü biter hastalığına müteakiben, gayet iyi bir havada idik.

Ki maç gayet çekişmeli geçmesine rağmen, maçın başlarında pota altında Pau Gasol'u, Ömer Aşık inanılmaz şekilde domine etti. Bu çocuk Nba'de çok iş yapar. En ümitlendiğim ve karakteriyle beni en çok etkileyen isim Ömer Aşık. Ki maçtaki o blok, beni manyaklaştırdı!

"Bay Son Çeyrek" yani Hido, bu maçta beklediğimiz sorumluluğu almamasına rağmen, varlığıyla bile ne kadar büyük bir oyuncu olduğunu gösterdi. Ayrıca ağrıları olmasına rağmen, oynadığını söylememiz gerekir.

Semih gün geçtikçe daha iyiye gidiyor. Onun performansı ileride ki maçlarda bizim için hayati önem arzediyor.

İspanya gibi, son dönemlerde ciddi başarıları olan bir dev'i, Avrupa Şampiyonası'nda yenmek çok önemliydi.

Sıradaki rakip, genç Sırbistan. Benim gözümü korkutuyor Sırplar. Ama, biz daha favoriyiz ve inşallah yeneceğiz.

Şampiyona öncesi biraz zor gibi gözüken finali, neden komşuyla birlikte yapmayalım ki? Değil mi ama?

(dolmakalem)

11 Eylül 2009 Cuma

Bin Jip


Güney Kore yapımı bir film önerisiyle karşınızdayız,


film normal değil, bunu filmin altyazısını indirince anlıyoruz zaten.


sessiz ama derinden ilerleyen bir film. sıradışı ve sımsıcak bir aşk. konuşmadan, deli deli ve sıkı sıkı bir ilişki.


kötü? elbet var. ama iyilik her daim kazanır.


Türkçe'de "Boş Ev" anlamına gelen "Bin-Jip", aslında her boş olan şeyin muhakkak açılmayı bekleyen bir tarafı olduğunu bize sıkı sıkı öğütlüyor. Korkmadan ve isteyerek yapıldığı müddetçe.

Yönetmen ve senarist; Kim Ki-Duk. Bu isme dikkat edin ve diğer filmlerini muhakkak seyredin.


İyi seyirler efenim,

Pablo Neruda- Gemi


GEMİ


Yolculuk ücretini verdikse bu dünyada, neden

Neden bırakmıyorlar bizi oturalım, yemek yiyelim..?


Bulutlara bakmak istiyoruz,

Güneşte yanmak, tuz koklamak.

Kimseyi tedirgin etmek gelmiyor içimizden.

Neden edelim zaten: biz birer yolcusuyuz sadece.


Gidiyoruz, zamanı da götürüyoruz bizimle.

Deniz geçiyor yanımızdan, üstünde bir gül var,

Gölgede gidiyor dünya, aydınlıkta.

Siz de gelin bizim gibi, biz yolcular.


Sizi tedirgin eden ne..?

Neden öfkeyle vuruyorsunuz..?

Tabancalar kuşanmış, kimi arıyorsunuz öyle..?


Bilmiyorduk sizin olduğunu her şeyin,

Bardakların, iskemlelerin,

Yatakların, aynaların sizin,

Sizin olduğunu denizin, şarabın, gökyüzünün


Bakıyoruz bütün masalar tutulmuş şimdi.

Olamaz diye düşünüyoruz,

Nasıl, ama nasıl inandıracaksınız bizi..?


Her yer karanlıktı gemiye bindiğimizde.

Biz de çıplaktık, aynı yerden geliyorduk,

Kadınlardan, erkeklerden geliyorduk, sizin gibi.


Aç doğmuştuk, çabuk çıktı dişlerimiz.

Ellerimiz oldu zamanla, gözlerimiz oldu,

Çalışalım diye, ağlayalım diye gördüklerimiz için.


Hiçbir hakkımız yok şimdi elimizde,

Öyle diyorsunuz, gemide yer yok.

Bizimle konuşmuyorsunuz,

Oynamıyorsunuz bizimle.


Neden bu üstünlüğünüz, neden..?

Kim kaşık verdi daha doğmadan size.?


Sevmem yolculukta, gizli köşelerde

Aşk ışığından yoksun boş gözler bulmayı,

Aç ağızlar bulmayı sevmem.


Yaklaşan güz için elbisemiz yok;

Kış gelecek; kış için hiç, hiç yok.

Nasıl yürürüz kunduramız olmazsa

Dünyanın keskin çakıllarında.?


Nerde yemek yeriz masamız olmazsa.?

İskemlemiz olmazsa nereye otururuz.?

Tatsız bir şakaysa bu, beyler,

Karar verin, kesin bu şakayı,

Sırası geldi ciddi olmanın artık.

Deniz kudurmuş. Kan yağıyor.


PABLO NERUDA

8 Eylül 2009 Salı

Kitap Fiyatları ve Osman Kısakürek





Güneşli ve umut dolu bir günde, "gölgesine sarılan hüzünbaz kedi" ile Sultanahmet gezisi yapalım dedik.

Dedik ama arkadaş sağolsun 4 saat bekletti beni orada. Sayesinde Mustafa Kutlu'nun "Kapıları Açmak" kitabını bitirdim. Diğer bir kitabı da yarıladım. İyi yönden düşünmek bu olsa gerek :)




Lafı uzatmayalım...


Bilirsiniz, Sultanahmet'te kitap fuarı var.

Teker teker standları gezerken, sorduğumuz bütün kitapların yüksek meblağlarda olması içimi acıttı açıkçası. Yayınevleri'nin işi iyice profesyonelleştirdiğini görmek üzdü beni. Bu kitapların, indirimli halinin bu kadar uçuk olması, indirimsiz hallerini hiç düşünmememiz hatta elimizi sürmememiz gerektiğini net bir şekilde gösteriyor.

Allahtan Ravza diye bir yayınevi var İstanbul'da. Yoksa işimiz yaban!

Şule yayınevine çok az göz attıktan sonra, gözüme birisi çarpıyor. Bir bayanla konuşuyor. Ancak konuşmasıyla, hareketleriyle bana birisini anımsatıyor. Orasının hangi yayınevi olduğunu gözlerimi kaldırınca öğreniyorum.

Büyük Doğu!

hüzünbaz kediye " bu kesin Necip Fazıl'ın oğullarından birisi" diyorum.

Tereddüt ediyoruz yanına gidip gitmeme konusunda. O da büyük ihtimal farkediyor bizi ki yanına gidip konuştuğumuzda gülerek bahsediyor bizden.

Yanına ilişiyoruz, ve,

- Selamun Aleykum hocam

- Aleykum Selam

- Siz üstadın oğlusunuz değil mi?


Kafa sallayarak, evet diyor. Ve,
- Benziyorum değil mi?
Evet diyoruz.

İçimden aslında kitap fiyatlarının neden bu kadar abartılı olduğunu söylemek geliyor.

Bir toparlanma evresi, ve;



-Hocam aslında bir şikayetim var size.

-Ne şikayeti?


-Üstadı okuyamıyoruz.

- aaa, neden?

-Kitaplar çok pahalı!

Can damarına bastığımı daha sonradan anlıyorum tabi ki.

15 dakika boyunca, bize kağıt sektörünü tanıtarak anlatıyor. Hesap makinesinde bol bol işlem yaptı. Bol bol vapurdaki adama ve Doğan grubuna küfür etti. İnsanları şikayet etti. Bize az harçlık veren ana babayı şikayet etti. Bu pısırık halkı şikayet etti. Ayrıca sigara yasağını başlatanlara ve destekleyenlere okkalı mesajlar verdi. Sıkıyorsa içkiyi yasaklayın dedi. İçki fabrikalarını kapatın dedi.
Bizim takip ettiğimiz yayınların çok zor dönemler geçirdiğini ve hatta teker teker battıklarını söyledi. Bu yüzden kitapların gerçek değerlerinde olduğunu, kitap basarken tek bir sayfayı dahi düşündüklerini söyledi. Kendisinin dahi bu kitaplardan doğru düzgün kazanç elde edemediğini söyledi. ve dedi ki;




"İsyan et evlat. İsyan et. Bana şimdi diyeceksin ki; tek başıma ne yapacağım peki ben. Sen öyle dersin, diğeri de öyle der, diğeri de öyle der. Sen isyan et!"

Haklıydı elbet. Bilinmeyen daha ne kadar şey vardı. Gözümde kitaplarından ve konuşmalarından tanıdığım üstadı canlı canlı görmüş gibi oldum.

Konuşmasıyla ve üslubuyla tıpkı o'nun gibiydi. Biraz şey konuşabiliyor ama o da artık tuzu biberi.

Giderken, çay sözü de aldık. Büyük Doğu'ya uğrayabilirsiniz diye.

Ramazan'dan sonra yeni Büyük Doğu maceralarıyla karşınızda oluruz artık.

(dolmakalem)

4 Eylül 2009 Cuma

One Flew Over The Cuckoo's Nest


1975 yapımı bir baş yapıt. Yönetmenliğini, Milos Forman'ın yaptığı, başrolde Jack Nicholson'ının harika bir oyunculukla filmi götürdüğü, herkese tavsiye edebileceğim bir film.

Cezaevinde verilen işlerde çalışmak istemediği için, deli taklidi yapan Randle Patrick McMurphy(Jack Nicholson) cezaevi yönetiminin dikkatini çeker ve teşhis için bir akıl hastanesine sevkedilir.

Film, isyankar ve mevcut sistemlere karşı olan McMurphy'nin, hastanedeki otoriter ve kıl hemşire ile arasında gidip gelen sürtüşmeleri esas alır. Filmin bazı yerlerinde oldukça eğlenecek, bazı yerlerinde üzüleceksiniz. Sonunda ise "vay be" diyeceksiniz efendim. Ne yapacağınıza karar veriyorum ama kusura kalmayın :)

Hastanedeki arkadaşlarına dolu dolu zamanlar geçirten MCMurphy, filmi izleyen herkes tarafından eminim ki sevilecektir. Ancak filmde adamım Şef'tir. Bu da böyle bilinsin isterim.

Filmlerde detaydan yana değilim. İzlendikten sonra tartışırız. Ayrıca "Oscar'a" dokuz dalda aday gösterilip beş'ini kazanmıştır.

(dolmakalem) izlemiş ve size de önermiştir.

1 Eylül 2009 Salı

ve kuşkular...


Bir başka bu gece sesler. Ney'e nefes veren neyzene takılır aklım...

Yerdeki yapraklar kıpraşır ben toprakla bütünleşince. Çağrılırım fakat tarifsiz geçerim yolları. Gökyüzüne uzandığımda kırmızılaşır güneş. Kuğular suyun sessizliğine bırakır kendisini.

İçimde milyonlarca kuşkular. Eski püskü kağıtlar ayaklarıma dolanır. Yalpalatır beni kaplan bakışlılar. Kanım sessiz ve yavaş akar daarlarımda. Ayaklarımın esaretinde duraksarım.

Ben o çiçeği araaya koyuluşum meğerse. Yol kenarlarında ki çöplüklerde bulamazdım ki onu. O henüz tarif edilememiş yeşillikler içinden çıkardı ancak. Kırmızı bir vücut olup hüzün verirdi ağaçlara. Türlü türlü böceklere aşık ettirirdi kendisini. Dokunamazdı rüzgar ona güzelliğinden. O perilerin rüyasını süsleyen bir düştü sadece. O doğmayan çocukların son umuduydu.

Tükettim zihindekilerimi onu yakalayabilmekten. Bitişiğimdeki seslere aldanmadım onun uğruna.

Karmaşıklığım hep bu sebeptendi. O ve ben olacaktı.

Bozkırlar çoğalacaktı neşelerimize. Küfürler olmayacaktı artık. Gözlerimiz huzurlu bestelerin tınılarında kalacaktı. Unutacaktım kendimi ve içine doğacaktım...

(dolmakalem)









nurettin rençber - ay düşünce denize(2)391.mp3 -

Kardeşime Mektup

Şiir: Kardeşime Mektup - Metin Önal MENGÜŞOĞLU

Okuyan: Murat KAPKINER



KARDEŞİME MEKTUP

Kolsuz ve düğmesiz ve sağ göğsünde bir rozet deliği olan Frenk gömleği,
Bekar terleriyle sırılsıklamdı,hayata acemi erkeğinin,
Ah gülüm,onu kanla ıslatmayı becerdiğim gün artık ne esirlik ne zulüm,
Ne de gözlerimde sabah tuvaletinden arta kalan sabun köpüğü …

Kardeşlik,dostluk ve arkadaşlık
Bir sancının vücuda ilk girmesi gibi sıcak ve güzel bir şeydir sevgilim.
Çünkü ben onlarla geçtim gerçek bir buluşma olan namazın,
Kesin ve ödün vermeyen saflarından…

Sana döndümse şimdi ben, bütün eski sevgilerimi yığarak döndüm.
Yaşayamadıklarım yaşayabildiklerimden daha çok ve daha layıksa özlenmeye,
Sesim seninle daha gür, şarkılarım daha özgürse, bil ki;
Yaşayamadıklarımızı yaşanabilir kılmak için savaşmak,
Seninle bir menekşeyi koklayıp soldurmaktan daha güzeldir…

İsterdim öğrenmesin ta doğacak oğlum bile sana nasıl yandığımı.
Ben tırnağımla koparırken ta göğsümdeki kermeleri,
Doğacak çocuğuma emanet olsun öfkem, kılıcım ve heyecanım
Ve yüreğim soğusun diye sevgilim yüzüne bakıp susacağım.
Başını bağlayıp düş ardıma, sevgilim düş ardıma seninle bir adım daha yaklaştım, daha yaklaştım muradıma…

ve ben diplomalarımı yırttımsa, bunun üstüne kılıcımı kınından sıyırdımsa
kalleşliği bir hamlede yere vurdumsa
savur gülüşlerini ne duruyorsun,
konuş dillerin olayım,
Ağla dua et, çünkü hıncımda tazedir sevincimde
Çünkü tek sevda var şimdi içimde ''kavgamız'' ve saflarımızda senin yerin…

Nasılda dadanmış sarışın sırtlanları daha gömülmediğimiz mezara,
şu küfürbaz kuşağın.
Nasılda tutmuş, kuşatmış yolumuzu, gölgesi arkadan vuranın, alçağın.
Lakin bir umut bulunur daima, bulunur elbet ,
Çıkıp sıyrılmaya doğru açılmış bir bitmez umut.
Ki, inancın ve aydınlığın kapısı odur, odur başımızı dik tutarız,
Odur yenilmeyiz karşılaştığımız ilk tahakküme, ilk karanlığa, ilk tel örgüye…

Bizimde haberlerimiz vardır sevgilim ikimizin arasında
Bütün kardeşlerimizin başı bağlıdır ona.
Ve bizim, çünkü bizim haberlerimiz vardır sevgilim; sağlam ve sadık.
Tutunur dağ aşarız yardımıyla, tutunur bileniriz,
Tutunur silme insan olan künyemizi yar kılarız sevdasına…

Sana anlatacağım şeyleri kafamda toparlamadan daha,
Kundaklamaya çağırıyorlar karanlığın kalleş bekçileri,
Tam bir adım kala sabaha uyanıyorum…
Ben ürküntüyle uyanınca çalıyor zilleri kafamın içinde; iğrenç, utanmaz

O zaman koşup
Kitabımızın sözlerine saklanıyorum.
Kitap beni itiyor alanlara ve kitap beni itince alanlara
Görsen yiğidin ne kadar cesur ve ne kadar atılgandır.
O zaman bir özge candır, vay heyran yiğidin bir özge candır,
Anasına layık oğul, çocuklarına baba ve sana sultandır...

Esmerim, güzelim, nazlı yarim,
Tam kumrular tüy düşürürken yere, şafak üzere ve bizimkiler,
Kitabın kavline göre ayaklanınca
Ko gideyim,
ko ki serbestlesin zincirlerimiz,
Ko ki korkak,
ko ki kaçak demesin kimse, demesin yiğidine..

Metin Önal MENGÜŞOĞLU

30 Ağustos 2009 Pazar

Yaşamak!


“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine”


Kardeşçe yaşamak; tek bir dünyada başarmaya çalıştığımız, ancak beceremediğimiz hayal ötesi bir söz.

Ne de güzel söylemiş Nazım hayalini değil mi?

İnsan, nankördür. İsyan edendir. Herkesin farklı farklı fikirleri vardır. Ardına sakladığı gerçek isteğini, farklı maskelerle sunmayı sever. Ancak bu maskelerin ardında, delice hayalini kurduğu arzuları vardır.

Dikkat ediyorum. Her insan evladının savunduğu fikirlerin ardında, hep rahat etme, mutlu olma isteği var. Bunun içindir ki, çektiği bunca sıkıntılara katlanıyor. Katlanmaya çaba sarfediyor. Kimi zaman yıkıp, döküyor. Ne için? Mutluluk!

İnsan kırıp dökmeyi bile, mutluluk, huzur, özgürlük vs. için yapıyorsa işin içinde bir sorun vardır.


Dünya üzerinde meydana gelen savaşlar, soykırımlar, karşılıklı sürtüşmeler ne için oluyor sizce?

Bir tarafın, diğer tarafa üstün olması. O tarafa karşı bir üstünlük taslayarak gururlanma, mutlu olma.


Yer altı kaynaklarını sömürerek, bölge halkına işkenceler etmek.

Aklım almıyor inanın!

Gerçek mutluluk, güneş adına karanlıkla savaşmak değil midir? Gerçek zaferler, bunlarla belli olmaz mı?


Yaşayabilmek için, kırıp dökmek şart mıdır? Bir insanı; ırk, dil, din ayrımı yapmadan sevemez miyiz? Kimse kimseyi kırmasa ne kaybederiz?

Söyleyin?!

İnsanlar tebessüm etse, bizim yüreğimiz mutlu olmaz mı?

Güneşe doğru ilerlemeye var mısınız? Karanlıkla her daim savaşmak için!

Karanlık silinirse, inanın mutlu olacağız!


AYNA
ve gözüm eşyamda değil
yoruldum maddemden
ta ki dünya bitti

köşk kurdum sakin oldum
dehlizsiz ve tabakasız
kör bir hayvan gibi
rızkına etiyle yanaşan
karanlık birevdir gövdem

güneşte asla karanlık yoktur dediler
ve onlar yoluna cihet ettim vatan tuttum
büyük yeni bir hayat bildim
yeni yeni bildim yoksa ölüyordu bir şey
bir insan binası yıkılıyordu durmadan
Cahit Zarifoğlu

(dolmakalem)

........

Bir "Gemi" Hikayesi

Deniz kokusu burnumda, ve belli belirsiz bir anason kokusu. Uzağıma düşmüş tüm gemilerim; çıkamıyorum limanımdan.

Yakmışlar gemilerimi. "Kara haber tez duyulur" derler ya, o misal. Delirdim. Çığlaklarım sardı martıları, artık üşümüyorlar.

"Yalnızım, düşlerim kaldı, deliyim"

Bir türkü tuttu dudaklarım, durmadan mırıldanıyorlar. Yakmışlar gemilerimi. Delirdim. Rüzgârlarla dost olayım dedim. Yalnızım ya hani, yoldaş olurlar belki. Peşimde rüzgar, deliyim.

"Kime sorsam dönüşüm yok nereye gitsem mavi"

Kırıklarımdan gemiler yaratayım dedim, yelkenime rüzgarı alırım da kaçarım diye uzaklara. Onlar da geri dönmez diye vazgeçtim fikrimden. Rüzgâr okşadı saçlarımı. Ağladım. Martılar sildi gözyaşlarımı.

"Gülerim ilerde belki" dedim. Güldü geçti kıyıya vuran köpükler.

Yakmışlar ki gemilerimi. Dönmediler geriye. Delirdim. Çığlıklarım sardı martıları. Üşüyordular ya hani, üşümüyorlar artık. Deliyim.

"Kim saracak beni?" diye sormayı çoktan bıraktım.

(gölgesine sarılan hüzünbaz kedi)

(Ezginin Günlüğü'nün Gemi'si ilham kaynağı oldu.)



Gemi (Keman) - Ezginin Günlüðü

Sulara Düştü Düşüm

bir yıldız daha kaydı,
meleklere aldırmadan.
karanlık sarıyor sanki her tarafı
ama heryer bembeyaz.
ne acılar çekti kim bilir.
kırmızı bir palto
ve
saçları upuzun, simsiyah.
atladı soğuk sulara
sıcacık yüreğiyle.
hayalperestler için zaman zor
yalnız ruhlar için de...
aslında ne dünyalar yaratırdı
kocaman hayallerinde.
şimdidipsiz kuyularda, kuytularda
emanet etti hayallerini ölümlere.
giden geri gelmiyor; gelemiyor
gitmek çözüm mü yoksa?
ya gittikten sonra dönmek yoksa?
hayaller yanarken soğuk sularda
buz tuttu geleceği,
şimdi belli gelmeyeceği.
neler yaşadı kim bilir,
ne acılar çekti.
dedim ya;
hayalperestler için zaman zor
yalnız ruhlar için de...

(gölgesine sarılan hüzünbaz kedi)

25 Ağustos 2009 Salı

Güz Yordamı

güz yordamı ile buldum gözyaşlarımı
ellerim tutmuyordu
gözlerim yardım etti ayağa kalkmama
tekrar yürüyordum ama,
bir daha durmamacasına.
sılaya vurdum kendimi
hasrete vuruldu kemiklerim
yüreğimi sararken hüzün bulutları
sarardı içinde biriken tüm ümit kırıntıları
solmuş umutların çıtırtıları geliyor şimdi
uzaklardan, çok uzaklardan gelen bir misafir gibi...
açtım kapılarımı,
hoş geldiler...
hoş görsünler...

(gölgesine sarılan hüzünbaz kedi
ağustos 2009
batman)

23 Ağustos 2009 Pazar

Gün Olur Asra Bedel




Kitap tanıtmak zordur. En azından benim için. Kitapla iç içe olmak gerekir. Ve en sıcak, vurucu tarafını anlayabilmek.



Hele bu kitabın yazarı Aytmatov olunca. Ölümüyle nasıl bir şaşkınlık içerisinde olduğumu hatırlarım. Kabul ettirememiştim onun ölümünü kendime. Zor işti elbet.



Kolay mı? Toprak Ana'nın yazarı ölüyor! Kendi kültürünü en sıcak şekilde anlatan bir değer siliniyor. Beyaz Gemi gibi acıyı,tatlıyı,hayali, düş kırıklığını bizlere çekinmeden sunan bir çınar gözümüzün önünden çekiliyor.
Biraz zorladım kendimi Aytmatov'u anlatan bir yazı yazayım diye. Vazgeçtim sonra. Henüz hazır değildim çünkü. Başımdan henüz atamamışken kırgınlıkları, bozgunları, sıkılmış duyguları yazmak gelmedi içimden. İlerledikçe yazı da sıkılacaktı eminim.
Usta'ya borcum vardır bilirim. Kapsamlı bir yazı yazacağım onun için. Onun bende bıraktıklarını bir bir dökeceğim kağıda. Ama şimdi değil.
Belki yarın? Belki yarından da yakın?..
En azından Usta'nın "Gün Olur Asra Bedel" romanını yazayım dedim. Ucundan ödeşmiş oluruz sizlerle.
Ruh şad olsun Usta...
...............................





Ve bu kitap benim vücudum,
Ve bu söz benim ruhum.

Grigor Narckatsi
"Acılar Kitabı" X. yüzyıl

Dehşet bir sözle başlıyor kitap. Roketi fırlatmadan önce ateşi yakmak gibi.

II. Dünya savaşı'ndan döndükten sonra, verimsiz toprakları ve az nüfusu bulunan Sarı Özek'te ki tren istasyonun'da çalışmaya başlar Yedigey. Namı diğer Boranlı Yedigey. Hayatını Sarı Özek'e adamış ve bu acımasız topraklara kendi düşünü kurban etmiş bir emekçi. Çünkü Sarı Özek'te tutunabilmek için güçlü ve sabırlı olmak gerekir. Bunu bir o başardı bir de yol arkadaşı, yakın dostu; Kazangap.

Kazangap onun bu köye yerleşmesinde, işi bulmasında en büyük yardımcı ve destekçisiydi. İçinde bir art niyet bulunmayan, saf, temiz ve sıcacık bir adamdır. Bazen komik tartışmalara da girdikleri oluyor iki arkadaşın. Ancak ufak dargınlıklar onların dostluğunu hiç bir zaman bozmamıştır.

Ne acıdır ki kitabın hemen başında ölüm vardır. Belki de kitap acı bir senaryo'nun geleceğini hissettirir bizlere. Ölüm Kazangap'ı bulmuştu. Yedigey can dostunu kaybetmişti. Ölümün gerçekliğine kayıtsız şartsız inanırdı Yedigey. Kazangap'ın ukala oğlu Sabitcan'a söylediği sözler onun bu yönünü ortaya koyar.

"İnsan yalnız Allah'a sırt çevirmez, yalnız O'na küsemez. Allah ölüm verirse, bu, hayatının sona ermesi demektir. Çünkü insan doğar ve vakti gelince ölür. Bunun dışında, bu dünyada olan her şeyin hesabı sorulur! "

Hikaye aslında bir bitişten başlamıştır. Ancak Aytmatov bitişi bir başlangıç kabul etmiştir ve o bitişle konular karışık şekilde yazılmıştır.

Bende kendi sıralamama göre vereceğim konuları.

Kazangap öldükten sonra, köyde bir karışıklık olmuştur. Zira Kazangap'ın oğlu Sabitcan işi olduğu gerekçesiyle babasını yakın bir yere gömmeyi istemektedir. Ve köyün geneli de bu işe bir ses çıkartmamaktadır. Ancak Kazangap'ın bir vasiyeti vardır. Kazangap, Nayman Ana'nın türbesinin bulunduğu Ana Beyit bölgesine gömülmeyi istemektedir. Bu soruna da can dostu Yedigey yetişecektir. Yedigey köyde saygı duyulan bir isim olduğu için, köylüleri ikna etmiştir. Sabitcan'a isterse şehire gidip, işinin başına dönmesini söyler. Bu işi onsuz da başarabileceklerini söyler. Zaten ayak bağı olmaktan başka bir işe yaramıyordur Sabitcan. Köylüler üzerinde ki sözde saygısını(!) yitirmemek için o da köyde kalır.

Nayman Ana efsanesi'ne Kazangap kadar Yedigey'de çok saygı duyar. Çünkü acı ve gerçekçi bir mesajı vardır efsanenin. Bizim içinde bulunduğumuz duruma da benzer bir durum.


Eskilerde, çok eskilerde güney-doğu Asya sınırlarından sürülen, kuzeye akın ederek Sarı- Özek'i ele geçiren Juan-Juan'lar adında vahşi ve acımasız bir millet varmış.

Juan-Juan'lar ele geçirdikleri tutsaklarına işkenceler eder ya da komşu ülkelere köle diye satarlarmış. Köle diye satılanlar oldukça şanslıymış zira onların bir yolunu bulup kaçma imkanları varmış. Ve kendi memleketlerine döndüklerinde yapılan işkenceleri insanlara anlatırlarmış.

Onların anlattığına göre, asıl işkenceyi genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esirler için yaparlarmış. Esirin, hafızasının kökten silinmesine yol açacak bir işkence.

Bu esirlerin ilk önce başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Daha sonra, bir deveyi kesip, derinin en kalın yeri olan boyun kısmını alarak yüzerlermiş. Sonra deriyi parçalara ayırıp, esirin kan içinde kalmış başına sımsıkı sararlarmış. Esirin saçı uzadıkça, başına bağlı olan deriden ötürü saç içeri doğru kıvrılırmış.Böyle bir içkenceyi tadan tutsak ya acılar içinde ölür ya da hafızasını tamamen yitirip, ölene dek geçmişini hatırlamayan bir mankurt olurmuş. Bu mankurtlara başını acıdan yere sürtmesin diye, boyun kısmına denk gelecek şekilde bir tahta geçirilir ve ıssız, kavurucu bir sıcaklıkta olan bölgede yalnız başına bir kaç gün bekletilirmiş. Esirin mankurt olduğunu öğrenen ailesi ise çocuğu kurtarmak için artık çaba göstermezmiş. Çünkü o kişi artık sadece emirleri yerine getiren, fazla konuşmayan, geçmişini hatırlamayan bir robot olmuştur. Onun tek ihtiyacı kışın kalın bir elbise ve doyacağı kadar yemekmiş.

İşte, hikayemizde tam burada başlıyor. Göçebe bir kadın, mankurt olan oğlunun başına gelenlere dayanamamış, oğlunu kurtarmak istemiştir. Tarihe bu kadının adı, Nayman Ana diye geçecektir.

Savaşsız, sessiz dönemler de olurmuş bazen. Sarı Özek, zamanında Yelizarov'un ( Yedigey'in bilge hocası, arkadaşı) anlattığına göre epey yeşil ve verimli topraklardan oluşuyormuş. İşte bu yüzden Juan-Juan'lar bu toprakları istila etmişler. Savaşsız dönemlerin birinde, bir tüccar kervanı gelmiş Nayman'ların ülkesine. Bir müddet konaklamak için. Köylülerle birlikte çay içerken, bir muhabbet ortamında, Juan-Juan'ların oturduğu kuyuların yanından geçtiklerini ve orada genç bir çobanla karşılaştıklarını söylemişler. Köydeki erkeklerden başka bu muhabbete kulak kesilen birisi daha vardır; Nayman Ana.

Bıyıkları yeni terlemiş, genç ve sağlıklı görünen bu çobanın ilk bakışta mankurt olduğunu anlamak güçmüş. Geçmişinde gayet konuşkan ve akıllı olduğu anlaşılabiliyormuş. Ancak tüccarların sorduğu bütün soruları evet veya hayır diye cevaplıyormuş. Veya da hiç bir cevap vermiyormuş. Başına sımsıkı taktığı şapkasını da hiç çıkartmıyormuş bu mankurt. Tüccarlar, Aytmatov'un gözünde ki bu bozulmuş insanlar mankurtla alay etmeye başlamış. Tüccarlar gitmeye hazırlanırken içlerinden birisi ona takılmak amacıyla ;
-Uzun yola gidiyoruz, çok yer göreceğiz, selam göndereceğin biri, mesela bir yavuklun var mı? demiş. Nerde yavuklun? Haydi, utanma, söyle. İşitiyor musun? Belki bir mendil verirsin, ona götürürüz.
Mankurt tüccara uzun uzun baktıktan sonra şöyle demiş:
-Her gün ben Ay'a bakarım, o da bana bakar. Birbirimizi işitmeyiz. Ama biliyorum, orada oturan biri var...

Ve bu konuşma, Nayman Ana'nın yüreğini yakmaya yetmiş. İçinde coşan duyguları bastırmış, elleri titremeye, kalbi yanmaya başlamış. Beynini kemiren bir soru sürekli dolanıp durmuş Nayman Ana'nın yüreğinde; "Ya bu benim oğlumsa?"

Nayman Ana, eşini, Juan-Juan'lar ile yapılan bir savaşta kaybetmiş. Oğlu da babasının intikamını almak için vakti zamanında bu savaşa katılmış.
Ancak savaşın en şiddetli anında, oğlu vurulmuş. Atının yelesine abanmış. Arkadaşları onu kurtarmak isterken, at korkudan hızlanmış ve uzaklaşmaya başlamış. Arkadaşları atın peşinden koşarken, Juan-Juan'lar çıkmış ve onlara saldırmaya başlamış. Bir çok kayıp verilmiş ve atın izi kaybedilmiş.
Geriye kalanlar Nayman Ana'ya olayı anlatmış. Savaşta ölü bırakmak adetleri değilmiş hiç bir zaman. Nayman Ana öfkelenmiş ve yüreğine bir taş daha bağlamış. Bir ana için evlattan kopmak çok zor bir şeydir. Bir de oğlunun ölüp ölmediğini bilmeden oluyorsa daha kötüdür.
Bu olay unutulmuş. Ancak Nayman Ana'nın kalbinde her zaman tazeliğini korumuş.

Tüccarların getirdiği bu haber de Nayman Ana'nın oğlunu bulması için bir fırsat olmuştur artık. Ya bu mankurt olmuş çocuk onun oğluysa? Çocuğu görüp, bir sarılabilse; bu bütün dünyalara bedelmiş onun için.

Ve kararını vermiştir Nayman Ana, ne olursa olsun oğlunu bulmaya gidecek ve onu görecekti. Bu kararını kimseye söylemedi. Söylese de engellemeye çalışacaklardı kendisini.
"Ölüp ölmediğinden emin olmadığın birisini ne diye aramaya çıkıyorsun? Hem oğlun, o mankurt olsa ne değişecek? Saman olmuş bir çocuk ne işine yarar?" demezler miydi?
Ve yılların yorgun bıraktığı, ellerinde buram buram toprak kokusu olan bu kadın, dilinde dönen kelimelerle başlamış yolculuğa;
"Eşhedüen la ilahe illallah!"

Uzunca bir yol ilerlemiş Nayman Ana. Gözü deve sürülerindeymiş. Zira tüccarların anlattığına göre, karşılaştıkları çoban deve sürülerini güdüyormuş. Nayman Ana, devesi Akmaya'yı bir sağa bir sola çeke çeke, ümitsizlik içinde ilerliyormuş.
Ya Juan-Juan'lar başka bir bölgeye gittiyse? O zaman ne yapardı?

Ve bir yamaçta, deve sürülerini görmüş. Akmaya'yı(devesi) hızla o develere doğru sürmeye başlamış. Develer oradaymış ama çoban görünmüyormuş. Gözleriyle biraz daha süzünce, çocuğu da görmüş Nayman Ana. Uzaktan pek seçilmiyormuş. Sürüleri gözünün ucundan ayırmamaya çalışıyor, dikkatlice işini yapıyormuş.

Nayman Ana biraz daha yaklaştığında çobanın oğlu olduğunu anlamış. Yüreği bir anda aleve sarmış. Koynunda büyüttüğü oğlunu, uzun bir aradan sonra görmenin mutluluğu ve hüznü onu oğluna doğru koşmaya sürüklemiş.

"Oğlum! Oğul balam benim! Her yerde seni arıyorum. Ben senin annenim!"

Nayman Ana feryat ediyor, ağlıyor, tepiniyor ve düşmemek için oğlunun omzuna yaslanıyormuş. O zaman farketmiş acılı ana oğlunun bir mankurt olduğunu. Oğlu, sanki o kadını her gün görüyor ve o sözleri her gün duyuyormuş gibi kayıtsız ve ilgisizmiş. Bir müddet sonra annesinin elini omzundan atıp develerin yanına doğru ilerlemiş.

Nayman Ana kendini toparlayıp oğlunun yanına ilerlemiş. Ona geçmişinden sorular sormaya, hafızasını yerine getirmeye çalışıyormuş. Ancak oğul kendini ne kadar zorlasa da, beyninde ki o kalın çizgiler buna müsaade etmiyormuş.

O sırada, Nayman Ana bozkırda deveyle birisinin yaklaştığını görmüş. Oğluna gelenin kim olduğunu sorduğunda, ona kendisine yiyecek getiren bir Juan-Juan olduğunu söylemiş. Nayman Ana gitmesi gerektiğini anlamış ve aceleyle devesine atlamış. Ancak Nayman Ana, kendisini ele verecek hatayı yapmıştır. Zira Juan-Juan onu deve üstünde görmüştür. Ancak Nayman Ana hızlı davrandığı için Juan-Juan onun ne tarafa gittiğini anlayamamıştır...

Nayman Ana o geceyi çalılıkların arkasında geçirmiş. Juan-Juan'ın orada nöbet tutup kendisini yakalayacağı endişesinden dolayı güvenli bir şekilde sabahı beklemiş. Kararını da vermiştir Nayman Ana; ne olursa olsun oğlunu onların elinden kurtaracaktır. Belki, kendi halkı, Juan-Juan'ların oğluna yaptığını görürse, tekrar savaş başlar ve Juan-Juan'lar buradan sürülür diye düşünüyormuş. Bir millet, insanlara neden bu vahşeti yaşatır? Neden bu kadar acımasız olabilir aklı almıyormuş Nayman Ana'nın...

Sabah olunca Nayman Ana, tekrar oğlunun yanına gitmiş. Ona geçmişteki ismiyle seslenmiş, oğlu ona bakınca umutlanmış Nayman Ana. Ancak, oğlunun kendi ismiyle çağrıldığı için değil, sadece bir ses duyduğu için baktığını anlamış Nayman Ana.

O gün boyunca oğluna masallar, ninniler okumuş Nayman Ana. Mankurt hoşlanmış ninnilerden. Uzandığı yerden hafif tebessüm ettiğini görebiliyormuş Nayman Ana.

Vaktin ilerlediğini anlayamamış Nayman Ana. Tekrar bir deve sesi duymuş. Bu kez deve yakındaymış. Nayman Ana ters taraftan kaçmaya yeltenmiş ki o taraftan da bir Juan-Juan belirivermiş. Tam ikisinin arasından hızlıca devesini sürmüş Nayman Ana. Nayman Ana'nın devesi gerçekten güçlü ve hızlıymış. Juan-Juan'lar yine yetişememiş Nayman Ana'ya. Ve Nayman Ana bozkırlar da dolanmaya başlamış. Talihsiz anne bilemezdi ki Juan-Juan'ların çocuğunu dövdüğünü...

Juan-Juan'lar geri döndüğünde, çocuğa o kadının kim olduğunu, ne yaptığını, döve döve sormuşlar. Çocukta; "bilmiyorum, annem olduğunu söylüyor" cevabını veriyormuş sadece. Juan-Juan'lar ona, annesi olmadığını, o kadının, başında ki şapkayı çıkartacağını söylemişler. (mankurtlar, şapkayla gezer, başının görünmesine asla müsaade etmez ve tepinirlermiş)

Mankurt, korkudan benzi atmış bir şekilde tepinmeye başlamış. Juan-Juan'lar ona bir yay ve ok vermişler. Gerisi malumunuz...

Nayman Ana, Juan-Juan'ların gittiğini ve arkalarına bakmadığını görünce sevinmiş. Tekrar oğlunun yanına sevinçle koşmaya başlamış. Ancak oğlu etrafta gözükmüyormuş. Talihsiz kadın sağa sola bakınarak bağırmaya, bir ses olsun duymaya çalışıyormuş. Tam arkasını dönecekken, oğlunun elinde yayla kendisine nişan aldığını görmüş.

"Dur, atma!" demesiyle, okun fırlaması bir olmuş. Nayman Ana soluna doğru öldürücü bir darbe almış. İlk örtüsü düşmüş yere. Ve örtü, kuş olup uçuvermiş havaya. Dilinde kelimeler kalmış Nayman Ana'nın;

"Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!"

İşte o gün bugün, Dönenbay kuşu, Sarı- Özek bozkırında geceleri uçar dururmuş. Bir yolcuya rastlayınca onun yanına sokulur, " Adını biliyor musun? Kim olduğunu biliyor musun? Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!" diye ötermiş.

Sarı Özek'te Nayman Ana'nın gömüldüğü yere Ana Beyit( Ana'nın yattığı yer) derler. Yedigey'in arkadaşı Kazangap'ta buraya gömülmek istemiştir, bu efsaneden dolayı.

Sırf bu kitabı okumak için neden arıyorsanız, mankurt hikayesini Aymatov usta'dan okumanız bu nedenlerin başındadır. Gözlerimden irili ufaklı yaşlar geldiğini dün gibi hatırlarım.

Aytmatov, bu efsaneyi boşuna koymamıştır elbette. Kitabın en çarpıcı, tokat gibi sahnelerinden birisidir bu olay. Zira kitabın yazıldığı dönemi eleştirir Aymatov. Mankurtlaştırılmaya çalışılan halkını anlatır. Juan-Juanları anlatır. O dönemde baskı rejimi dolayısıyla bunu, böyle bir hikayeyle anlatır Aytmatov. Komunist rejimin, kendi halkına uyguladığı baskıyı gözler önüne serer. Ve yılmaz Usta, öfkelidir çünkü.

Bu kitapta anlatılacak çok şey var. Bende isterdim size Raymalı Aga efsanesini, yeni keşfedilen bir dünyayı, Karanar'ı, Yelizarov'u, Abutalip'i, Zarife'yi anlatmayı. Ancak okunması gerekir bu kitabın. Yaşamak ve anlamak gerekir.

Bu kitap basite indirgenmemelidir. Kitabı sıkıcı bulduğunu söyleyen gürüha da bir tarafımla gülüyor ve selamlar ediyorum...

(dolmakalem)

20 Ağustos 2009 Perşembe

Janet & Jak Esim - Alfonsito

Efsunlu bir gece ve yalnızlık yanında yoldaş olmuş sesslizliğe. Birkaç parça müzik var eşlik eden bunlara.

Odada, yalnızlıkta tek bir beden, bir ruh, dolanıyor efsunlar içinde. Her yiğidin harcı değil yalnızlık. Ağır geliyor bazılarına. Ve şimdi ağır geliyor bu bedene de bu yalnızlık. Çöküyor karanlıklara, kalkmamacasına.

Efsunlu bir gece; suskunluk hakim tüm hücrelerine. Birkaç belli belirsiz hüzün uçuşuyor tavanda. Bir görünüp bir yok oluyorlar; yok olmak ki ezelden beri yazılmış bu ademoğlunun kader defterine.

İki gülen surat çiziyor ellerine. Birkaç gülümseyiş göz kırpıyor gizlice. Öpüyor yanaklarından ve siliyor tekrar ebediyete.

Efsunlu bir gece...

Gece ki uzanmış toprağın yanına boylu boyunca

Toprak ki susturmuş dudaklarını umarsızca

Dudaklar ki ağlamış sevgililer ardından

Sevgililer ki hiç gelmemişler aslında

Gelmeler ki hep gitmelereymiş oysa...

Gidivermiş son hayat kırıntıları da gözlerinden. Kapayıvermiş hepsini, açmamacasına.

(gölgesine sarılan hüzünbaz kedi)

.





Alfonsito - Janet & Jak Esim

Pinhan

" 'Bekle beni,' dedi fısıltayla.
'Bekle!' "


Elif şafak'ın 1997 yılında yayımlanan ikinci kitabı "Pinhan". Kelimenin sözlük anlamı, 'gizli, saklı, saklanmış'. Kitabın konusu ise, kısaca, pinhan adında kendini bulmaya çalışan bir "iki başlı".

Kitap dört bölümden oluşuyor ve her bölümde kendi içinde dörde ayrılıyor:
Toprak; Elma, Hafıza, Halka, Hıyanet
Hava; Emanet, Hıyanet, Felâket, Kefaret
Ateş; Hezarpâre, Rindâne, Peymâne, Puryâne
Su; Cehennem Kapıları, Nida Hamamı, Elem Şehristanı, Firar Yolları


"İsimler ki büyülüdür / sade büyülü mü / isimler hem de büyücüdür / sanmam ki çıkmış olsun hatırından / ismini 'fasl-ı hazan' koyalım / söndüğü yerde aradığını bulasın / lakin fasl-ı hazan demek / fasl-ı hüzün demek / söndüğü yerde / sana kavuşmam gerek / onun söndüğü yerde / benim tutuşmam gerek..."


Tüm kitap boyunca yazarın kelimelerle nasıl oynaştığına ve onları nasıl kullandığına şahit oluyor okuyucu. Ayrıca yazarın tasavvuf ve aşkı birarada harmanlaması da eser çok daha derin ve daha çarpıcı anlamlar katmış.

Gayr-i ihtiyari, okuyucu, Pinhan'ı yazarın -şimdilik- son kitabı "Aşk"a benzetebilir -ya da Aşk'ı Pinhan'a... Zira her iki eser de içerdiği öğeler; aşk, tasavvuf, yazarın üslubu ve kendi aramalarla çok benzeşiyor. Ancak yine de iki eser de çok farklı yerlerde.
Kitabın tek kusuru ise kitabın çok aceleci bir havayla bitirilmiş olması. Bu aceleci hava iç burkabiliyor. Çünkü, harika bir şekilde ve tempoyla ilerleyen böylesi bir şaheserin böylesi aceleci bir tavırla bitmesini beklemiyor okuyucu. Buna rağmen kitap Elif Şafak'ın en harikulade eserlerinden biri.

En nihayetinde, Pinhan, Elif Şafakla tanışmak için -henüz daha tanışmamışsanız eğer- ilk okunması gereken kitap olacaktır.

Pinhan'ı, Karanfil Yorgaki'yi, aşkı, sırları, gizleri, gizlemeleri, gizleyememeleri, dudakları fır fır dua eden nineleri, Dürrü Baba'yı seveceğinize eminim.


"Periden güzel huriden müstesnâ
Sebebi envâi bela türlü cefâ
Yedi düvel çehrene müptelâ
Ben garip âşık-ı şeydâ iken
Terk-i can etmem revâ mı bana

Bî-vefâ, Bî-vefâ, Bî-vefâ"


(gölgesine sarılan hüzünbaz kedi)
.

13 Ağustos 2009 Perşembe

Biz Geldik

Hüzünler çekti bizi birbirimize, henüz yeşermemiş bahçelere atmamışken adımlarımızı, ayaklarımız diretti umuda ilerletmeye. Ne biçimsiz baharlar, ne feryat eden çocuklar vardı aklımızda. Sadece huzura yelken açmayaydı bütün diretmişliğimiz.
Biz huzur arıyoruz, ya siz?
Biz sevgi arıyoruz, ya siz?
Biz biraz da hüzün kovalıyoruz aslında. Ya siz?


Biz geldik. Heybelerimiz dolu dolu hem de…
“Feraghi” oldu adımız, “sürgün”lerdeyizdir belki de.

Feraghi, İranlı dünyaca ünlü sanatçı Azam Ali’nin Niyaz adlı grubunun son albümü Nine Heavens’ten bir şarkı. Hem sevdiğimiz bir şarkının adı, hem de anlamlı bir şey olsun istedik. Güzel de oldu “feraghi”.

Biz geldik de neler getirdik ve getireceğiz?
Her şeyden önce adamakıllı yazılar, yorumlar olacak burada. Edebiyat, müzik, sinema ve arasıra da spora dokunacağız.

Hüzün de olacak burada, mutluluk da, huzur da, aşk da, yalnızlık da…
Yolumuz uzun, yapmak istediğimiz çok. Zamanımız da var, gidebildiğimiz yere kadar.

Hoş bulduk.

gölgesine sarılan hüzünbaz kedi ve dolmakalem

aşağıdan "feraghi" dinlenebilir.





Feraghi - Niyaz